Kuzenlerimi filme almışım yıllar önce. Ben lisedeyim, onlar minicik...
Kuzenlerimi filme almışım yıllar önce. Ben lisedeyim, onlar minicik. Biri zor konuşuyor, öbürü hayatın yeni yeni farkına varmakta. Bu ikisi birbirleriyle röportaj yapıyorlar.Bir TV stüdyosu canlandırıyorlar. Küçük büyüğe soruyor: “Sayın bilmemkim, sis boş zamanlarınızda neler yapmayı seversinis?”Büyük olanın nesiyle ünlü olduğunu, neden o stüdyoya davet edildiğini bilmiyoruz tabii. “Onu yapmayı severim efendim, bunu yapmayı severim efendim,” diye, çocukların o şana şöhrete hemen adapte olan halleriyle deli deli uzatmaya başlıyor ki, “Çaaaat!” Küçük olan onun suratına yumruğu indiriyor.İşte bu hareket, büyümenin en berbat tarafını tüm açıklığıyla ortaya koyuyor: Gerçek duygularını göstermene asla izin verilmemesi. Düzgünlük sorunsalı. Katlanma silsilesi.Eminim o küçük kız, gerçekten bir talk show yönetiyor olsa, karşısında mesela Ece Sükan deli deli vintage anlatıyor olsa, yumruğu (masaya) güm diye vurmaktan bir an bile çekinmez. Gülben Ergen çocuklarını anlatıyor olsa mesela, konuşmanın tam ortasında kalkıp duvara bir tekme atar bizimki. Bütün dekoru yere indirir sıkıntıdan. Herkes bir kendine gelir. Deli deli konuşan politikacılar otursa karşısına, “Anlamıyorum kardeşim ne konuşuyorsun sen?” diye bağırır. “Bu suratının hali ne böyle, bu bıyık ne?” diye sorar. Kısaca biz ne yapmak isteyip yapamıyorsak, o hemen yapar.Hepimiz iş gereği, sosyal zorunluluk gereği lüzumsuz şeyler dinliyoruz bütün gün. Anlattığı şeyin nereye varacağını çoktan anladığım biri lafı uzattıkça, ayağa kalkıp saçını çektiğimi hayal ediyorum ben kendi kendime. Ya da sevdiğim biriyse, burnuna bir fiske vurup “Yeter ayol, sadede gel ya!” dediğimi.Boş boş konuşuyorsa biri, aniden “Yürü git!” dediğimi hayal ediyorum. “Git!”Aynı şeyler, aynı laflar, fenalık geliyor.Ben bu yüzden imkanım olursa bazı günlerin bana dokunmadan geçmesine izin veriyorum. Pazar günleri mesela. Neredeyse akşama kadar uyuyorum. Bunun için Cumartesi gecesinin uzun sürmüş olması gerekiyor. Ben de öyle yapıyorum.Mümkünse haftada bir kez, gündüz değil gece yaşıyorum, gece değil gündüz uyuyorum.Bazı arkadaşlarım kızıyor. “Yahu kalksana, günü yakalasana.” Ne olacak günü yakalayınca anlamıyorum ki. Bütün hafta günü yakalıyoruz da ne oluyor?Hep aynı ahali, aynı yere gidip, aynı şeyleri yapıp eve dönüyoruz. Niye hafta sonu da böyle olacakmış, anlamıyorum.“Geceyi yakalayalım, bakalım o manyak nerelere gidiyor?” Yok hayır. Günü yakala.“Ay gece bir şey yapınca da ertesi gün bütün günü kaçırıyorsun ya...” E kaçııır. Ne kaçırıyorsun kış günü?Buz gibi sokaklar. Evde sabahtan akşama kadar televizyona bakmayı mı kaçırıyorsun? İnterneti mi kaçırıyorsun? Aynı insanlarla sahlep içmeyi mi kaçırıyorsun?“Ayol olur mu bir kahvaltıya gideriz, gazetemizi okuruz...” Eeee? “Sonra efendim gider biraz alışveriş ederiz, yemek yeriz...” Dahiyane. Dün gece deli gibi eğlenseydik ya onun yerine. Bugün de bütün gün uyusaydık mis gibi? Yok. Hergün günü yakala.Yat, dinlen yahu. O gün turu kaçır. Bir defacık o tutarlı rengiyle gece seni alsın yürüsün, şu kapkaranlık yağmurlu kış günü seni es geçsin.Büyük düşünür David Guetta’nın dediği gibi, hayattaki en güzel anıların, haftanın bir tanecik gecesi yaptığın o saçmalıklardan ibaret gibi geliyor bana. Kimseye katlanmadığın geceler.Unutamadığın öğün, bir Pazar sabahı ettiğin kahvaltı değil, bir gece sabaha karşı Kızılkayalar’da yediğin ıslak hamburger gibi geliyor, ne bileyim.Herkes gibi adamakıllı günü yakalamak değil, kendinin ucunu kaçırmak, daha bir beynine kazınıyor sanki.Etrafındaki deli saçması konuşmalara uzun uzun katlanmak değil, milletin alnına fiskeyi vurup “Amma saçmaladın ha!” demek, daha bir tatminkar.Bu hafta kaçık kuzenlerimin bana yaşattıkları çağrışımla, köşeyi hafta sonuna ayırmış bulunuyorum.Hepinize iyi hafta sonu gecesi planları, iyi sabah mantıları, burunlarına fiske atabileceğiniz iyi arkadaşlarla, misler gibi kaçırılacak iyi bir Pazar günü diliyorum.