Merhaba acelesi olan beyaz yaka, doğrucu Davut beyaz insan, namıdiğer mükemmel pürtelaş. Sözüm sana. Sen beni anlarsın.
Yürüyen merdivende yürüyenler var. Acayip gıcık oluyorum. Dursana arkadaşım. Dur işte fırsat varken. Sonra da “Ay iki dakika duracak düşünecek vaktim yok. Neyse bugün yürüyen merdivende koştum da metroya, uçağa, otobüse, sinemaya, günbatımına, oğlumun sünnetine ve toplantıya bu sırayla zamanında yetiştim.”
Bu insanın bir başka versiyonu, kapı görünce hiç durmadan bodoslama girmek istiyor. O kaplumbağa, o tin tin ördek “Ayyy burada Paşabahçe vaaaamış baaaak” diye güzel güzel gezerken kapı görünce aniden Elvan Abeylegesse oluyor. İnanılır bir şey değil. Ya yavaş. Bekle biraz. Bütün vücuduyla yükleniyor, o arada hem kapıyı ittiriyor hem pitipiti hızlı adım atıyor. Yahu ne oluyor? Her yerde bir notlar bir olaylar. “Kapıyı kapatınız. Kapıyı açınca asansör var mı bakınız. Önce inenlere yol veriniz.” Hayır bir milleti bir uyarırsın iki uyarırsın bir kapıyla ilgili. Sanırsın kasırgada büyümüş bizimkiler. Bunu bina hayaletleri kovalamış ömür boyu da, kapılardan çıkamamış. Çocukluğu metroda geçmiş. Binenlere yol verdiği için mahsur kalmış, okula gidememiş. İnenlere yol verirken bunu inenler yemiş. Çok kalabalık diye bir sonraki asansörü beklemeye karar verdiği gün bunu rakunlar dinden imandan çıkarmış. Öyle bir saldırmak her gördüğü kapıya.
Aslında bütün günüm aşağı yukarı böyle geçiyor. Uyu, yemek ye, çalış, yetiş, etrafını beğenme. Bu yani. “Günaydın, toplantı onlarda mı bizde mi, afiyet olsun, şu saçmalığa bak şu ne saçma ya,” olarak tüm günümü özetleyebilirim. Bir de Facebook var onu unutmayalım.
Hangi sosyal siteye girince oradan insanlara bir şey deyince kim görüyor. Bütün derdim bu. Bunu kim gördü, bunu kim görsün, efendim şu yazdığımı şu görmüş müdür, şu şunu gördü mü, kim gördü. Bu dert beni bitirdi. Bir de üzerine kim nasıl görmüş diye anlamak için kendi profilimi incelerken incelerken bayılıyorum yaptıklarıma, yahu diyorum herkes görsün bunları ya, mükemmelim yine, çok beğeniyorum kendimi vaaaay diyorum harika ya, sonra ay diyorum, aman hepsini gebertmek istiyorum. Unfriend edeyim mi unfollow edeyim mi unsubscribe edeyim mi diye hayatında bir kere görmediğin insanlarla ilgili düşün dur. Bir hesaplar kitaplar, bir kulunu like ettim o beni hiç etmiyor, mention’ı sallamadı artııık beni sevmiyor. Bu şekilde.
Tabii şifremi hatırlayabilirsem. Veya “Şifremi unuttum”a tıklayınca o şifre hangi adrese gitti? Ve neydi. Yani genel olarak, bir takım aletlere - kartlara bakıp “Bu neydi? Şifre neydi? Ben ne yapacaktım bir şey yapacaktım, neydi?”
Son olarak kahve makinelerinin saatlerce duzzzzztbuzzzztfşşşşşştzzzzzzkvooozzzzzzzrrrt diye ses çıkardıktan sonra bir yavru kedinin burnu kadar kahve vermesine, bir diş macununun ömür boyu sıksan macun çıkacak gibi ıncık cıncık verdiği yalancı umuda, evdeki aynada görmediğin bir detaya cızır cızır asansör aynasında rastlayıp çığlık atamamaya, hafta içi gündüz cafe’leri doldurmuş uzun uzun oturmakta olan insanlara gizlice yaklaşıp latte’lerini höpürdetip kaçamamaya, öğlen sahilde koşuya çıkmışların taytlarını indirip kaçamamaya, güzide semtlerde etrafına 4 tane siyah deri ceketli erkek arkadaşını toplamış yavaş yavaş sokakta yürüyen ünlü türkücülerin saçını kesip kaçamamaya, kırmızıda bekleyen tek yaya sensin diye kendini aptal hissetmeye, sakız almaya girdiğin büfede önünde sıra olunca tam hangi an vazgeçmen gerektiğini bilememeye (Dur şimdi, bekledim bayağı. Ya bu önümdeki adam sayısal mı oynuyor?), birisi utanınca hayatın durmamasına (Eveet, kızarıldı beyler, haydi paydos) ve bu gibi şeylere acayip gıcık oluyorum ve crystal meth diye bir kavram var artık hayatımızda. Sanki Walter White’la doğmuş gibi, sanki diziden önce de bütün o kelimeler tanıdıkmışçasına, Albuquerque esprisi yapmaktan hiç gocunmadığım, beyaz dünyamın sevgili, güzel, çalışkan insanları.
İşe gelirken Marmaray’a mı binsem artık diyorum. Şu yürüyen merdivende koşma, kapılara atlama, kızarma bozarma olaylarının mantıklı geldiği çılgın bir ortam varmış diyorlar. Kopuyormuş.