Bu adam cennette yaşıyor
Geçen akşam, bir National Geographic fotoğrafçısıyla sohbet etme olanağı buldum. Basitçe, şanslıydım. Tino Soriano, elli yaşlarında, İspanyol bir fotoğraf gazetecisi. Pek çok ödülü var, bunlardan bir tanesi “Yılın Fotoğrafçısı” dalında Dünya Basın Fotoğrafları Ödülü. Sicilya, Portekiz, Madrid ve Güney İtalya’yla ilgili National Geographic Traveler kitaplarını yazmış. Barcelona Universitesi gibi üniversitelerde fotoğrafçılık üzerine dersler veriyor. Büyük bir masada oturuyorduk, bir ara yanıma geldi ve “Ben eskiden tahsilat yapıyordum,” dedi. Bazen birileri, durup dururken size birşey anlatır, neden başka birine değil de size anlatmaya başladığını, biraz geç anlarsınız. “Patronuma ‘Ayda ne kadar para toplamam lazım?’ diye sordum. ‘Dört milyon’ dedi. Ben onunla bir anlaşma yaptım. ‘Sana sekiz milyon toplayacağım, ama bunu yaptığım andan itibaren, ayın geri kalan zamanı benim olacak.’” Böyle demiş Tino patronuna. Yaş ondokuz. “Geceleri ofiste uyuyordum,” dedi. “Hiç eve gitmiyordum, ama o parayı topladıktan sonra, başka bir hayat yaşıyordum.” “Ruhumuzda, dört, bazen beş kişi barındırırız. Bununla savaşmak gereksizdir. Önemli olan, bir amacımızın olması.” Ben hayatımda, böyle bir enerji ve ışıltıyla konuşan birini daha görmedim. Tino, söylemek istediği şeyleri sürekli şikayet ettiği aksanlı İngilizcesiyle, kendini yırtarak, hiç gözlerini kaçırmadan anlatmaya çalışırken, aklımdan “Sen bu adamın anlattığı şeyi gerçekten bilmek için ne bekliyordun?”dan başka bir düşünce geçmiyordu. Kimin söylediği, önemlidir. Tino, sapsade cümlelerle, “birinci ağızdan” anlatıyordu. “Nerede yaşıyorsun?” diye sordum. Yanımdaki arkadaşı “Bu adam cennette yaşıyor,” dedi. Bu adam, bana cennetinin ne olduğunu anlatmaya uğraşmadı. “Şehir güzeldir, gençken irtibatların oradadır. Ben artık küçük yerleri seviyorum. Çünkü küçük yerde, zaman genişler. Şehirde üç-beş şey yaparsın. Bir kasabada, daha çok şey yaparsın.” “Önemli olan bir amacının olması,” dedi yine. Gülerek, ışıl ışıl ve fazla önemsemeden. Sadece gerçekleri anlatıyordu fotoğraf gazetecisi Tino. Haberin fotoğrafını çekiyor, sana gösteriyordu. “Bir amaç ve mutlaka, sabırla devam etmek. Amacın için savaşmalısın. Aslında savaşmak demek istemiyorum, sadece amacına yürümelisin, amacında ısrarcı olmalısın. Fotoğraf çekmek istiyorsan, fotoğraf çekersin. Başka birşey yapmak istiyorsan, onu yaparsın. Rüyadan vazgeçmezsin.” “Emir Kusturica Sırbistan’da özel bir alan yapmış, gidip gördüm,” diye devam etti Tino. “Filmlerinde kullandığı herşeyi içine koyduğu, özel bir park. Orası onun filmleri, hayali. Beni asıl etkileyen şey, o alanda kurduğu hayat,” dedi. “Her zaman, bir hayat kurarsın. Ben National Geographic fotoğrafçısı olmak istediğimi söylediğimde, çalıştığım yerdeki herkes çok gülüyordu. Yıllar sonra oraya fotoğraf çekmek için gittiğimde, aynı insanlar, aynı işi yapıyorlardı.” Yüzünde ne bir garipseme, küçümseme, ne de anlattığı şeyle ilgili başka bir yorum vardı Tino’nun. Tek görebildiğim gerçekler, ve kendine özgü abartısız neşesiydi. “Belki de değişirsin. Ama rüyayı değiştirenin hayat olmasına izin vermezsin. Belki olduğun gibi yaşar gidersin, belki de senin için iyi olan budur. Ama, bilmek lazım.” Bunları söyledi Tino. Sonra diğer tarafa döndü, aynı ışıltıyla başka şeyler anlattı. Duyduklarım bana yetti desem yalan olur. Ama hayatın bir kısmı yaşadığın muhteşem anlar, diğer kısmı da o anların arasında geçen zamandı. Arsızlık etmedim. Tino’nun pırıltısını masanın geri kalanıyla paylaştım. Gerisini hayat göster... meyecekti, ben bilecektim.