Her gün sokağa çıktığımızda sınanıyoruz. Son iki yıldır daha da fazla. Yetiştirmek üzere verilen iş sözleri, alışveriş, arkadaşlarla buluşmalar, heyecanlı karşılaşmalar, kalp çarpıntıları, karşılaşılan komşularla havadan sohbetler, sevimsiz bulunan bir mahalleliye soğuk nezaket tebessümü ve tüm bu gündelik hayat koşturmacasının ortasında sokakta birden bire göz göze gelinen mülteciler. Saniyenin onda biri kadar zamanda ‘özel’ olan o ‘biricik’ hayatlarımızdan kopuş. Gündelik ile siyasi olan, insanlık ile arkaya, öteye, geriye ve hatta insanlık dışına atma arasında gidilip gelinen anlar. Ve tabi sınırlar; siyasi, coğrafi, insani yapılabilirlikler. Hızla geçen düşünceler: Ne yapılabilir? Makro soruna mikro çözümler: “Evde kızın ufaklarını ayırayım”, “mahallede ne yapılabilir?”, “insanların önyargıları nasıl aşılır?”, “belediyeler barınak açamıyor hiç değilse çamaşırhane açsa” düşünceleri ve o derin kopuştan hızla hayatın rutinine dönüş ve bir sonraki kopuşa kadar kanıksama.
Melisa Önel’in yönettiği, senaryosunda Feride Çiçekoğlu ve müziklerinde Erdem Helvacıoğlu imzası olan Kumun Tadı (Seaburners) tam da bu kopuş anlarının gerilimini insanın önüne seriyor. Berlin Film Festivali ile uluslararası prömiyerini yapan ve halen Başka Sinema kapsamında vizyonda olan film insan kaçakçılığı ve aşk gerilimini bir arada işliyor. İnsan ticareti yapan Hamit (Timuçin Esen) ve Hamit’in yaptığı işi sezgileriyle bulan botanik bilimci sevgilisi Denise’in (Mira Furlan) ilişkisindeki gerilim, mültecilerin sınırı aşmak için belirsiz gündelik bekleyişleriyle bir arada çıkıyor karşımıza. Kumun Tadı, bir yanda, Hamit ve Denise’in aşklarındaki varoluşsal kopuşları, diğer yanda göçmek zorunda kalarak bilinmeyene doğru yaşam mücadelesi veren mültecilerin coğrafyalar ve insanlık arasında atığa dönüşmesini görsel ve işitsel bir zenginlikte sunuyor.
Mültecilik üzerine düşünmek sertliği de beraberinde getiriyor. Film ise Çiçekoğlu’nun incelikli senaryosu ve Önel’in güçlü soyutlama gücüyle meseleyi gerçeğinden de sert bir hale sokuyor. Zira, Helvacıoğlu’nun vurgulu müzik diliyle izleyiciye bırakılan muğlak sahneler film sonrasında da belleklerde yaşanabilecek acıların sınırlarında dolaştırıyor izleyeni. Bir çoğu bugün mülteci kamplarında, şehirlerde, mahallelerde duyduğumuz, duymaktan kaçtığımız çıplak acılar. Filmden sonra da, hayatta olduğu gibi gündelik kopuş anlarımızın yaratıcılığıyla baş başa kaldım.
Kumun Tadı’nı izledikten sonra filmde sınırı aşmak üzere Karadeniz’in bir köyünde bekleyen mülteci Keldani anne ve 5 yaşlarındaki küçük kızının hikayesini sürekli yeniden yazdım içimden. Küçük kız insan taciri yamağı Mehmet’in ısrarına ve annesinin uyarılarına rağmen saklamaya çalıştığı fotoğraflarını ileriki yaşamında hatırlayabilecek mi? Yoksa belleği o fotoğrafları başka renkler ve mekanlarla yeniden mi kuracak? Yeni yolunda belleğine yerleşecek deneyimler geçmiş evindeki güzel anılarını sıcak bir umutla mı, yoksa yitik bir hayat olarak mı anmasına neden olacak? Ana kız kurtulacak mı? Kurtuluş ne? Yaşamaya devem etmek mi? İnsan olmanın atık beden olarak her türlü sınır aşımına açık olduğu insan ticareti dünyasından sıyrılabilmek mi? Yanlarındaki tüm parayı vermeye direnince yolculuğa devam ettirilemediklerinde başlarına neler gelmiş olabilir? İhtimaller kötü? İnsan taciri patron Ali onlara sadece hoyrat mı davrandı, yoksa her gün duyduğumuz ve içimizin kaldıramadığı tecavüz onların da yolunu kesti mi?
Tüm bu sorular sadece bir film için geçerli olsa sokakta mültecilerle karşılaştığımız o kopuş anlarımızın içimize yumruk gibi oturması bu kadar uzun sürmez. Ancak, tüm bu sorular bildiğimiz ve başa çıkamadığımız gerçekler. Adaletin aranamadığı, kurumların bürokrasiden kurtulamadığı, sivil toplum örgütlerinin yetişemediği, insanların meselenin büyüklüğü karşısında ne yapacaklarını şaşırdığı veya bazılarının bu karşılaşmalarda ırkçılığa, ayrımcılığa daha da yöneldiği bir düğüm.
Mülteci meselesine bir de gerçek hayatta yaşananlardan bakalım. Son günlerde çeşitli vesilelerle gittiğim Hatay, Kilis’te veya her gün İstanbul’da şahit olduklarımızdan ilk aklıma gelenleri sıralıyorum. Kilis’te ve Suriyeli mültecilerin olduğu birçok şehirde refakatsiz çocuklar sokakta. Her türlü şiddete, istismara açık haldeler. AFAD (Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) konuyla ilgili henüz bir adım atmış değil. Konu Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na havale edilmiş halde ancak, somut adımların nasıl atılacağı hala belirsizliğini koruyor. Mesele çocuk, hele de yabancı uyruklu çocuk olunca devlet sivil toplumun faaliyet alanını “milli mesele” olarak tanımlıyor ve sivil kuruluşların bu konuda adım atmasının da önünü kesiyor. Bu arada, çocuklar illegal işlere yönlendirilmeye, şiddete, tecavüze açık halde gündelik hayatlarını kurmaya devam ediyorlar.
Suriyeli kadınlar ikinci eş olarak Türkiye yurttaşı erkekler tarafından satın alınıyorlar. Suriyeli ailelerin bir kısmı çoğu genç, hatta çocuk olan kızlarının bu yolla evlenmesine razı oluyorlar. Zira, başlarını sokacakları evlerinin olmadığı ve geçimlerini zar zor sağladıkları yaşamlarında bu bir nevi kurtuluş. Ancak, evlendirildikten sonra haber alınamayan bir çok kadın var. İkinci eşin yasal olmadığı Türkiye’de bu durumu devlet yetkililerine şikayet etmek her zaman kolay olmuyor, zira bizzat bazı yetkililerin kendilerinin de ikinci eşe talip oldukları Hatay’dan Urfa’ya dile gelen bir durum. Tecavüze uğrayan veya satılan kadınlar da benzer bir kaderi paylaşıyor. Milliyet Gazetesi’nde yeni yayınlanan bir örnek yüzlercesinden biri. Kilis Öncüpınar kampındaki bir mülteci kadın kamp yetkilisi tarafından tecavüze uğradı. Kadın hakkını arayamadı, kadın 10 haftayı geçtiği için kürtaj olamadı, tecavüzcü elini kolunu sallayarak geziyor. Bu duyulan birçok örnekten sadece biri. Türkiye-Suriye siyasi sınırla ayrılmış olsa da, erkek egemen zihniyet ortaklığında sınır yok.
İstanbul’un birçok mahallesinden biliyoruz. Kentsel dönüşümle yıkılacak boş güvensiz evlere mülteciler yerleşiyor. İllegal yapılar özelikle dönüşüm olan mahalleleri rahat bırakmıyor. Hırsızlık artıyor. Fuhuş yaşı oldukça düşmüş durumda. Kız çocukların bakire olup olmadığına göre satıldığı şehrin sokaklarında dolaşan bir başka acı ve sert gerçek. Gerektiğinde şiddet kullanmaktan hiç kaçınmayan polis bazı mahallelere ‘korkusundan’ giremediğini mahalleliye açıklarken, mülteciler ve mahallede yaşayanlar engellenmeyen şiddet ortamıyla iyice kutuplaşan taraflar haline geliyorlar. Mülteci göçü bu yoğunlukta olmadan öncesini de biliyoruz. Gerektiğinde illegal yapılara göz yummanın ve hatta güçlenmelerini sağlamanın mahalleri kontrol etmek için bir yönetim yaklaşımı olduğu geçmişte Tarlabaşı veya İstanbul’un farklı bir çok mahallesinde de yaşanan, bilinen gerçeklerden. Ancak, bu bilgiler bugünkü karşılaşmalarda yaşanan kopuşları engellemeye yetmiyor.
Mülteci kurumlarının belirttiği rakamlara göre sayıları 2 milyonu bulan Suriyeli mülteciler şu an hayatımızda şehrin yeni suçluları veya işe güce göz dikenler olarak gündeme geliyorlar. Sosyal politikaların yeterli olduğu, ayrımcılıkla ciddi mücadele edilen ülkelerde bile yabancı ile ilişki kolay kurulamıyor. Hal böyleyken, sosyal politikaların geriden geldiği, ayrımcılıkla mücadele edilmeyen Türkiye’de mülteciler insanlık sınırının dışında, atık beden olarak hayat mücadelelerine devam ediyorlar. Bu noktada, makro politikalarda yetişemeyen devletin zaten güçlü olmayan sivil toplumun hareket alanını kısıtlamak yerine meseleye katılımını teşvik etmesi gerekli. Elbette, saydam denetimi elden bırakmadan. Aynı zamanda milliyetçi ayrımcılık ve cinsiyetçilikle mücadele de artık daha fazla ertelenemeyecek kadar ciddi meselelerden. Ancak tüm bunlar merkezileşmeden yerelleşmeye doğru adımlar atmayı da gerektiriyor. Atılacak mı? Hiç sanmıyorum.
Kumun Tadı sert bir film. Yaşamın geçeği ise ne yazı ki ondan daha sert. Ve daha acımasız...