Üniversite tiyatrosu geleneğinden geldiler. Çalışan tiyatrosuna evrilerek 1999'da Altıdan Sonra Tiyatro'yu kurdular. Adından da anlaşılacağı gibi, altıya kadar çalıştıktan sonra oyunlar yapan grup üyelerinden oluştu tiyatroları. 10. yıllarında, 2009'da, tabelalarında eğimli bir yazıyla altını çizdikleri, inmenin kolay çıkmanın eziyet olduğu, Beyoğlu Kumbaracı Yokuşu'nda, alternatif bir mekan olan Kumbaracı50 tiyatro salonunu açtılar.
Kumbaracı50, en başından alternatif mekân olduğunu 4 kolonlu bir sahneye sahip olmakla ortaya koydu! Tekdüze olmaya mahkûm olmayan mekânda "her yer sahne" anlayışıyla, oyunlar farklı seyir düzeninde oynanıyor. İnce hesaplarla birer engel olmaktan çıkarak yaratıcılığı tetikleyen birer öğeye dönüşüyor kolonlar.
Kişisel birikimler, krediler, ayni desteklerle kurulan Kumbaracı50, küçücük salonlarını başka gruplara açarak mekanlarını paylaşmaya devam ediyor. Ödenekli tiyatro olmanın sağlayamayacağı, 20 yıldır devam eden sabit bir ekiple, yokluk içinde oyun nasıl üretilebilirin çokça pratiğini yaparak bugüne kadar geldiler. Kara mizahı bırakmadan; "içinde çok güldüğümüz hüzünlü durumlar, çok ağladığımız komik durumlar" yaratarak, ellerini korkak alıştırmadıkları, yeniliklere ve risklere açık oyunlar üreten, yazan, yöneten, oynayan, tasarlayan bir ekip…
Bu hafta Kumbaracı50'nin kurucularından Gülhan Kadim ve Yiğit Sertdemir ile tiyatronun problemlerini konuştuk.
1999'dan beri tiyatro yapıyorsunuz. Kumbaracı50 bunca yılın deneyimiyle oturmuş biri dile sahip. Tiyatronuzu nasıl tanımlıyorsunuz?
Yiğit Sertdemir: Tiyatromuzu repertuar tiyatrosu diye tanımlayabiliriz. Yeni bir şey denemekle meşgul olduk hep. O yüzden aslında '444' de bizim oyunumuz, 'Gerçek Hayattan Alınmıştır' da bizim oyunumuz, 'Misafir' de bizim oyunumuz. 'Satıcının Ölümünü' de biz yaptık. Aslında 99'dan 2020'ye doğru bir akışa bakmamız gerekiyor. Öyle baktığımız zaman özellikle kendi metinlerimizi üretmeye başlamamızla birlikte kuşkusuz bir dil oluşmuştur. Oyunlarımızda kara mizah yaptığımızdan ve masal geleneğinden söz edebiliriz. Hikâye anlatma meselesi oyunlarımızın merkezinde yer alıyor. Candan Seda Balaban'la dostluğumuzun ötesinde bir kesişmeyle onun plastik dili, kostüm-makyaj-kukla tasarımı, oyunlarımızın diline yoğunlukla yansıdı. Yerli yazını önemsediğimiz için her sezon yeni yazılmış metinleri sahnelemeye çalışıyoruz.
Gülhan Kadim: Aslında kendi metinlerimizle başlayan serüven kendi mekanımız oluşunca belki bir gıdım değişti diyebiliriz. Yiğit'in hem yönetmen hem de yazar olarak seyirciyi de ön planda tutan bir oyun tasarımı söz konusu oldu.
Yiğit Sertdemir: Bu tamamen 2000'ler itibariyle gelişen alternatif mekan, bağımsız mekan olgusunun artmasıyla yani seyircinin suratına tükürüğünüzü saçacak kadar yakın oynadığımız ve alternatif tükürme biçimlerinin denenmesi şeklindeydi. Orada bizim için önemli olan şu olmaya başladı: Hem tiyatro pratiği üzerine hem de seyirci pratiği üzerine kafa yorduğumuz için aslında seyirciyi aktif hale getirmek düşüncesi var oldu oyun tasarımlarımızda. Seyircinin oyunla kuracağı ilişkiyi ön planda tutarak oyunlarımızı tasarlamaya başladık. Kumbaracı50 mekanındaki seyir düzeni sizi konfora değil, diken üzerinde bir seyretmeye davet eder. Sahnemizdeki kolonlar da engel olmaktan ziyade yaratıcılığımızı tetikleyen birer öğe oldular. İnsanı insana kolonlarla anlatan tiyatroyuz.
Birçok tiyatro ekibi oyunlarının hazırlık aşamasında ışık, dekor, teknik, hatta oyuncuya varan kısıtlamalara giden bir süreç geçirmek zorunda kalıyorlar. Bu sorunların kaynağı nedir?
Gülhan Kadim: Bir kere mesleki bir tanımın olmaması ve devletin kültür işi yapan sizleri bir ticarethane olarak görmesi, buradan yaklaşarak bir vergilendirmeye tabi tutması tiyatroları çok zorlayan bir durum. Bu zorluklar bu hükümetle de ortaya çıkmadı. Eskiden beri iktidarlar kültür ve sanata yatırım yapmaktan, bir kültür politikası oluşturmaktan uzaktı her zaman. Zaten ne devlet, ne yerel yönetimler ne de sponsor desteğiniz yoksa ve sadece gişeden elde edeceğiniz bilet gelirleriyle ayakta kalmaya çalışıyorsanız ve bir de ülkenin ekonomik koşullarının zorlaşmasıyla insanların alım gücünün azalması size büyük ölçüde yansıyor.
Yiğit Sertdemir: Biz bu dönem ilk kez bu endişeyi taşıyıp maliyetten kaçınacak oyunlar tasarlamak ve hayallerimizi kısıtlamak zorunda kalacağımızı hissediyoruz. Ama maliyet olarak en son düşünebileceğimiz parametre oyuncudur. Çünkü biz paylaşmak üzerine bir araya gelip tiyatro yapıyoruz. Aslında hep daha fazla ve kalabalık oyunlar yapsak da daha fazla insan oynayabilse gibi bir anlayıştayız. Altıdan Sonra Tiyatro kurucu ekibi olarak hiçbir şekilde para almıyoruz. Aksine dışardan kazandıklarımızı da tiyatroya yatırıyoruz.
Sizin gibi 20 yıldır tiyatro yapan, sahnesi olan avantajlı bir tiyatronun da bu kaygıları taşıması düşündürücü…
Gülhan Kadim: Bizim belki avantajımız şu: Zaten yokluktan gelip var eden ve kendi dilini oluşturan bir tiyatro olarak sahnemiz yokken de, evde çalışıyorken de, pes etmeyi gerektirecek koşullarda bile vazgeçmeden tüm bu süreci birlikte atlatıp devam edebildik. Böyle bir pratiğe sahip olmak en büyük avantajımız oldu.
Tiyatro oyunları ve salonları her geçen gün artıyor. Artan oyun sayısı ve çeşitliliği gerçekten Türkiye Tiyatrosu'nun Altın Çağını yaşadığını kanıtlar mı? Mevcudiyetini korumaya çalışan bunca tiyatro varken bu tabiri kullanmak doğru olur mu?
Yiğit Sertdemir: Farklı biçimlerdeki oyunların varlığı birbirini öldüremez. Brecht geldiğinde Stanislavski'nin ölmemesi gibi! Mesele üretim değil, ekonomik problemler. Ve biz tiyatroların halledebileceği bir problem değil bu. Ne biz kahramanız ne de oyun biletlerini pahalıya satan tiyatrolar tu kaka.
Biz tiyatrolar altın değil, 'Elmas Çağı'nı yaşıyoruz! Kimimiz kömür kısmıyla kimimiz dönüşen elmas kısmıyla ilgileniyor. Biz genelde kömürle ilgileniyoruz. Bazıları elmas yapmaya çalışıyor. Seyircinin de kimi yakacak kömür ihtiyacını kimi de parmağına takacağı yüzükle duyacağı hazzı karşılamak istiyor. O nedenle bütün bu oyun çeşitliliğinin olmasından yanayım ben de.
Gülhan Kadim: Aslında buradaki mesele diğer tarafa bakılmadan bir yerdeki yükselişin altını çizilmesinin doğru olmaması. Örneğin 'Dot' gibi bir tiyatronun mekanını kapatmak zorunda kalması gibi bir durumla karşı karşıyayız. Altın Çağ demek için çok erken. Bütünü görerek ve biraz zaman tanıyarak tanımlamalarda bulunmak daha gerçekçi olabilir. Tek bir tarafa bakarak değerlendirme yapmanın yanlış olduğunu düşünüyorum.
Türkiye'de hiç tiyatroya gitmeyenlerin oranı yüzde 73.5. Türkiye'de tiyatroya gitmek bir lüks. Belli bir gelir düzeyi olan olan seçilmiş bir güruha mı oyunlar oynanıyor?
Gülhan Kadim: Orada söylenecek çok fazla bir şey yok. Belirlediğiniz bilet fiyatları ile aslında o parayı vererek tiyatroya gelebilecek bir kesime hizmet etmiş oluyorsunuz. Bundan elbette mutlu değiliz.
Ülkenin bir kültür politikasının olmamasının sonuçlarından biri aslında.
Gülhan Kadim: Evet. O hiçbir zaman da olmadı.
Yiğit Sertdemir: Var aslında. Kültür politikası yok demek bir olumlamadır. Hayır bir kültür politikası var. Böyle bir kültürün oluşmaması için harcanan çaba anlamında bir kültür politikası var! Bizden bağımsız olan bir nedenden dolayı, ekonomik sebeplerden dolayı ulaşmak istediğimiz seyirciyle buluşmamamız çok üzücü. Bilet fiyatlarının düşürülmesinin tek yolu devletin tiyatro ile ilgili yasal mevzuat değişikliğine giderek sağlıklı bir vergi politikası geliştirmesidir.
Ödenekli tiyatro çalışanları baskı ve kaygılarından dolayı kronikleşen bir refleksle kendi çerçevelerini çizerek sansürü meşrulaştırıyorlar. Peki bağımsız tiyatrolara sansür-otosansür ne kadar ve nasıl yansıdı?
Yiğit Sertdemir: Biz repertuar tiyatrosu olduğumuzu en başında da belirttik. Her oyunda farklı bir şey deneyimlemeye çalışıyoruz. Ve 'Fail-i Müşterek' adlı politik belgesel bir tiyatro oyunu da yaptık. '444' gibi politik diyebileceğimiz bir çok oyunumuz var. Otosansürü sadece politika üzerinden tanımlayacak olursak birazcık şu yolu bulmaya çalışıyoruz doğrusu; benim hayatım, sizin hayatınız ve seyircinin hayatı bir kişinin ağzından çıkan sözden ötürü şekillenmemeli. Ve biz de sürekli mevcut durumla ilgili kendimizi bu kadar karşısında ve dışında konumlandırmaya çalışırsak zaten o mekanizmanın bir parçası oluruz. Yani çok basit örneği itibariyle işte sigara içmeyin dediği için birisi belli bir zümre de al işte içiyoruz kardeşim diyor ve bu zihniyet kendine zarar. veriyor Öldürüyor neticede sigara. Ama mücadeleyi başka bir yerden ele alan bir kesim içmeyerek ölümlerin önününe geçerek mücadeleyi sürdürüyorlar.
90'ların sonunda Devlet Tiyatrosu Aziz Nesin sahnesinde Ferhat ile Şirin oyununda, oyunun bir yerinde kadın oyuncunun göğsününün bir tanesini çıkararak cama yasladığını hatırlıyorum. Böyle bir oyun seyrettik devlet tiyatrosunda. Şu an bunu hayal bile edemiyorsak, otosansürü sadece politik olanda değil, sanatın tüm 'özgürlük' alanında da aramak gerekiyor.
Gülhan Kadim: Tiyatro ve sosyal hayatlarımızı ayrı düşünemeyiz. Sosyal hayatınızda ne kadar sıkışmış hissediyorsanız, fikirlerinizi söylerken ne kadar çok filitrelemeye gidiyorsanız, yazarken, konuşurken etrafınızı kolaçan ederek fısıltıyla konuşuyorsanız, bütün bunları kendi hayatınızda ne kadar yaşıyorsanız aslında tiyatroda da aynı şeyleri yaşıyorsunuz. Örneğin 'Yala Ama Yutma' bundan 10 sene önce düşünülüp provaya girilip sahnelenmek üzereydi. Şimdi bunu yapabilecek bir ekip olacağını düşünmüyorum. Benzer bir oyunu kimse şu anki süreçte aklına bile getiremez. Çünkü artık bazı şeyler normal hayat içerisinde de aklınıza gelmemeye başlamıştır. Sansür organik bir şekilde bütün hayatımıza işledi. Tiyatroyu oradan nasıl söküp alabiliriz ki!
Siz Tiyatro Kooperatifi'nin de bir parçasısınız.
Gülhan Kadim: Biz Tiyatro Kooperatifi'ni çok önemsiyoruz. Uzun yıllardır bir araya gelinip gelinip örgütlenememe hali, bunca yılın deneyim ve pratiğiyle nihayet daha sağlam temelli somut bir yapıya kavuşarak son buldu. Tiyatroların yaşadığı sorunları bir araya gelerek ortak bir çatı altında birleşerek güçlü bir bir muhattap olarak ortaya çıkmasını çok önemli buluyorum.
Tiyatro yaparken kara mizaha gark olacak bir anınız oldu mu?
Gülhan Kadim: Hatay mevzusu var.
Yiğit Sertdemir: Ha, Hatay mevzusu!
Gülhan Kadim: Hatay'da küçük bir tiyatro festivali yapılıyordu. Biz de bütün ekip, dekor, aksesuar vs de yanımıza alarak 'Fail-i Müşterek' oyununu oynamaya gittik. Oyunlar farklı farklı avlularda oynanıyordu. Ancak Fail-i Müşterek oyununun orada oynanmasının teknik olarak çok imkanı yoktu. Bir de oraya gidince mahalle yapısının da bu oyuna çok uygun olmadığını anladık. O avluların etrafında toplanan evlerde yaşayan aileler çekirdeklerini, çoluk çocuklarını da alıp gelerek oyunları seyrediyorlardı. Biz ışıkları kurmaya çalışıyoruz ama bir taraftan da hem teknik olarak hem de içerik olarak nasıl olacak bu oyun burada diye düşünüyoruz. Sonra baktık olmuyor hadi deyip farklı bir oyun oynayalım dedik orada. Ve 444'ü oynamaya karar verdik. İşte 2 masa, 2 sandalye istedik. 444'te bir hamster vardı. Hamster istedik ama bulunamadı. Tavşan getirdiler.
Yiğit Sertdemir: Oyunda hamster yerine tavşan diyeceğimiz sahneleri ezberlemeye çalışıyoruz.
Gülhan Kadim: Üstümüze bir şeyler uydurduk ve orada 444'ü oynayarak geri döndük.
Yiğit Sertdemir: Gerçekten teyzeler çekirdeklerini çitleyerek çoluk çocuk seyrettiler. Bizim için de onlar için de ilginç bir deneyimdi. Meselede buluştuk ama.
20 yılda 40 oyun yaptınız. Beğenmediğiniz, keşke yapsaymışız dediğiniz bir oyununuz oldu mu?
Yiğit Sertdemir: Oldu. 41. oyun :) Bana sorarsanız hiçbiri olmadı. "Filifu'nun İntikamı" oyunumuzun daha provalarında seyirci bu oyundan ya nefret edecek ya da beğenecek dedim. Ben oyunun ilk 15 dakikasını seyredemiyordum. Çünkü tam da oyun bunu gerektirdiği için, bilinçli olarak bir hayli kötü mizah örneği veriliyordu. Böyle şaka mı olur, ne kadar korkunç bu da yapılmaz ki diye diye seyrediyordum oyunu. Seyirci de öyle. Ama bir senenin sonunda oyun rayına oturdu.
Gülhan Kadim: Filifu'nun İntikamı'na haksızlık ediyorsun.
Yiğit Sertdemir: Haklısın. Soytarım Lear, Katilcilik, Dertsiz Oyun, Yalınayak Müzikhol, Karabahtlı Kardeşlerin Bitmeyen Şen Gösterisi… Bunlar ilk çıktığı zaman seyircinin biraz yadırgadığı oyunlardı. Yalnız başına bıraktırmam ben o Filifu'nun İntikamı'nı. Ama tüm bu oyunlar zamanla seyirci tarafından benimsenerek izlenme oranı arttı. Bak bir tane istedin 6 tane verdik sana. Ama iyi ki hepsini yapmışız!
Peki izleyip de eksik bulduğunuz veya ben yapsaydım dediğiniz bir oyun var mı?
Gülhan Kadim: Ben bir tane söyleyebilirim. Halil'e de söylediğim için rahatlıkla söyleyebilirim buradan. "11'e 11" oyunu.
Yiğit Sertdemir: Ah, evet. Ben de aynı oyunu söyleyebilirim.
Gülhan Kadim: Müthiş bir metindi bence. Halil Babür yazmıştı. Keşke kendin yönetmeseydin demiştim ona da. O yüzden "11'e 11" metnine hâlâ üzülürüm. Onun heba edildiğini düşünürüm hâlâ. İçimi burkan oyunlardan bir tanesidir. Halil'le de bunu konuşmuştuk.
Biraz da bu sezonun yeni oyunlarından bahsedebilir misiniz?
Gülhan Kadim: Birbirinden farklı 4 oyunla başladık bu sezona. Ömer Kaçar'ın yazdığı, Nefrin Tokyay'ın yönettiği 'Misafir' oyunla sezonu açtık. Yiğit'in yazdığı Nihal Koldaş'ın yönettiği 'Babaannemin Masalı' oyununu oynamaya başladık. İKSV tarafından verilen Gülriz Sururi- Engin Cezzar Teşvik Ödülü desteğiyle sahnelenen bir oyun. 'Hayalet Kumpanya' var. Bizim 20. yıl oyunumuz. Altıdan Sonra Tiyatro kurucularının ilk defa sahnede hep birlikte oynadığı bir Çehov kabaresi. 40. oyunumuz da Edit Piaf'ın hayatını anlatan 'Kaldırım Serçesi' oyunu.
Not: "Filifu'nun İntikamı", ilk 10 dakika, ironik ve absürd oyun biçimi ve espri anlayışla içine girilmesi kolay olmayan bir oyun tasarımına sahip. Fakat yakaladığınızda kahkahalarla güldüğünüz, ağzınızın gülmekten kapanmayacağı bir oyun!.
(Kumbaracı50 oyun programına ulaşmak için tıklayınız.)