Pazar gece saat 12:30 civarı. Ben alt katta televizyon izliyorum, çocuklar, eşim ve bir misafirimiz üst kattalar. Küçük oğlum lego oynuyor, büyük telefonla meşgul. Korkunç bir ses ile yerimden fırladım. İlk etapta deprem olduğunu düşündüm. Daha sonra sesin evin kapısından geldiğini anladım. Bir tür iç savaş çıktı ve evimize bomba atılıyor veya ev taranıyor sandım. Çocuklara merdivenden inmemelerini tembihleyerek, eşimle birlikte kapıya doğru koştuk. Kapıyı kırmaya çalışıyorlar ama kapı çok sağlam olduğu için kırılmıyor, duvarlar çatlamaya başlıyor.
Kapıdakilere bağırıyoruz, “kapıyı kırmışsınız açamıyoruz, arkayı dolanın verandanın kapısından girin” diye. İçeriye 20 kadar ellerinde kalaşnikoflarla PÖH giriyor. Bilmeyenler için söyleyeyim, PÖH, 'Polis Özel Harekat' demek. Yüzleri maskeli, her taraflarında silah ve teçhizat var. Bana “Sen Nurcan Baysal mısın? Arama emrimiz var” diyorlar. “Peki, zil çalmadan kapı kırma emriniz de var mı?” diye soruyorum. Savcıların kırabilirsiniz dediğini söylüyorlar. Hangi savcının bunu söylediğini soruyorum ve savcının ismini istiyorum. Cevap vermiyorlar. Çocukları, eşimi ve misafirimizi aşağı kattaki çalışma odasına alıyorlar. Ben mutfakta adamlarla tartışıyorum. “Evime böyle giremezsiniz” diyorum. “Soruları onların soracağını” söylüyor başlarındaki. Ben ama kapıya takmış durumdayım, “Evime kapı kırarak giremezsiniz ve sizi şikâyet edeceğim, bu emri vereni de” diyorum. Aramızda tartışma epey uzuyor. Benim sert çıkışımla, gelen ekip de bir adım geri atıyor ve bu sefer TEM’den bir ekip giriyor eve.
Evi üstün körü arıyorlar. Çöpten yazı yazarken not aldığım 2 kâğıdı çıkarıyorlar. Delil gibi dosyaya koyuyorlar. Bir de çalışma masamın başucunda bir tebrik kartı var. New York’tan bir yönetmen arkadaşımdan gelen bir kart, kartta bana “hevalim” diye seslenmiş. Büyük bir şey bulmuş gibi karta sarılıyorlar, “hevalim” kelimesi onları epey mutlu etmiş durumda. Ben artık sinirden gülüyorum, “hevalim”in kelime anlamının “dostum” demek olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Bir yandan da uzun kalırım düşüncesi ile ufak bir çanta hazırlıyorum. Bu arada avukatım geliyor. TEM’den gelen ekipler, uzunca bir süre tutanağı imzalamamı rica ediyorlar. Tutanağı imzalamıyorum, kapımın kırılarak eve girildiği, şikâyetçi olduğumu ve bu nedenle tutanağı imzalamadığıma dair bir ibare düşüyorum. Tüm bu süreçte, çocuklarım, eşim, misafirim, evdeki herkes en ufak bir korku, ürkme belirtisi göstermiyorlar, onlarla bir kez daha ne kadar gurur duyduğumu düşünerek, çocuklarımı öpüp evden çıkıyorum.
Nezarethane arkadaşım benden deneyimli, Facebook'taki paylaşımların-dan dolayı 3 gün önce eşiyle birlikte alınmış; kısaca işleyişi anlatıyor...
Sağlık kontrolünden sonra TEM’e getiriliyorum. Saat gece yarısı 2 gibi. 1 Nolu nezarethaneye konuluyorum. Nezarethanede bir kadın daha var. Nezarethane 4 metrekare civarında. Penceresiz. Duvar kenarına yapılan beton çıkıntıların üzerinde ince süngerler var. Bir de battaniye. Battaniyeyi sarıp, betonun üzerindeki süngerde uyumaya çalışıyorum. Saati bilmiyoruz. Nezarethane arkadaşım benden deneyimli, Facebook'taki paylaşımlarından dolayı 3 gün önce eşiyle birlikte alınmış. Kendisi mimar, eşi inşaat mühendisi. 3 çocuğu evde kalmış. Eşi birkaç nezarethane ötemizde. Bana kısaca işleyişi anlatıyor. “Sabah kahvaltısı 8.30’da veriliyor. Yemek saatlerine göre dışarıdaki saati anlayabilirsin” diyor. Pencere olmadığı için nezarethane karanlık. Sadece demir kapının alt ve üst kısımları delikli ve oradan koridorun lambası sızıyor. Onun dışında nezarethane içinde ışık yok. 11 nezarethane yan yana. Diğerlerinde erkekler var. Lavabo ve tuvaletler ortak kullanılıyor. Tam tepemizde, lamba gibi görünen ise kamera. Kameraya el salladığında seni görüyorlar ve bu, 'lavabo ihtiyacım var' demekmiş. Senin el salladığını görünce gelip kapıyı açıyorlarmış. “Ama bu bazen saatleri bulabilir” diyor.
Bu bilgilerden sonra sıra kahvaltıda. Bir minik kutu peynir, zeytin, bir küçük ekmek ve bir küçük su veriliyor. Çay verilmiyor. Herkes en çok çayı özlemiş durumda.
Nezarethane arkadaşıma diyorum ki, “Şimdi belki dışarıda güzel bir hava vardır, farz et biz de Sur’dayız. Gel seni Sur’da yeni açılan bir kahvaltıcıya götüreceğim.” Ekmeğin poşetini yırtıp, güzel bir örtüymüş gibi seriyorum. Üzerine peynir ve zeytinlerimizi diziyorum. Arkadaşım bu pis hücreyi güzelleştirme çabama kahkaha atıyor… “Kahvaltıcının adını sen koy” diyorum ona. “Bahtı kara bir halkın evlatlarıyız, ismi Bextreş (Bahtı kara) olsun” diyor.
Sosyal medya paylaşımların-dan içeri alınan bir imam Kuran okuyor, bir diğeri bağırıyor: Boşa okuyorsun dayı, Allah Kürtleri çoktan unutmuş...
Bextreş oldukça gürültülü bir yer. Sürekli yeni gelenler var. 11 nezarethane bir koridora açılıyor, ama birbirimizi görmüyoruz, sadece duyuyoruz. Bir nezarethaneden Kuran sesi geliyor, sosyal medya paylaşımından dolayı içeri alınan bir imam olduğu söyleniyor. O Kuran'ı okudukça başka biri bağırıyor, “Boşa okuyorsun dayı, Allah Kürtleri çoktan unutmuş” diye. Başka bir genç “Deniz, Yusuf, Hüseyin” için türkü söylüyor. Biz kadınlar nezarethanesi, erkeklere göre daha sessiziz. Nezarethane arkadaşım çok pratik. Battaniyeden nasıl ip çekileceği ve onunla nasıl tüylerin alınacağını anlatıyor, su şişelerinin üzerindeki kâğıtlardan toka yapmayı da. Yerde minik bir şey buluyorum sevinçle. Bir çantanın tokası düşmüş olmalı. Büyük mutlulukla onu kırıyorum ve duvara bir çizik atabiliyorum. Bextreş nezarethanesinde 1. gün çiziği bu.
Neyse ki 1. gün öğleden sonra arkadaşım ile eşi çıkıyorlar ve çocuklarına kavuşuyorlar. TEM’de benden dolayı da bir yoğunluk var. Tanıdığım tanımadığım onlarca avukat gece gündüz beni ziyarete geliyorlar. Böylece dışarıda olan biteni öğrenebiliyorum. Evime yüzlerce insanın aktığını da… 1. gün akşama doğru iki kadın daha getiriliyor. Biri postaneye giderken, diğeri pazar dönüşü elleri poşetlerle doluyken alınmış. İkisi de neden alındığını bilmiyorlar. 2 saat sonra da DTK eş başkanı Leyla Güven getiriliyor. Israrım sonucu Leyla Abla ile beni aynı hücrede bırakıyorlar, diğer iki kadını 2 No'lu nezarethaneye alıyorlar.
Leyla Ablayı sabahları Sur’da kahvaltıya, akşamları Dicle kenarında gezintiye çıkarıyorum. Bilen bilir, iyi kayyum tiyatrosu oynarım, ona da oynuyorum. Bazen tiyatro, bazen türkü, arada spor yapıyoruz. Uzun tartışmalarımızın sonunda Kürt sorununu bile neredeyse çözüyoruz. Leyla Abla sık sık “Hiç değilse sen çık, sen bu tarihi yazacaksın daha” diyor. Çocuklarım için üzülüyor. Benim de aklım küçük oğlumda. Çarşamba sabah okul kampına gidecekti. Ah onu gitmeden bir görebilsem!
Leyla Abla hasta, ilaçları geliyor ama kaldığımız koşullar kötü. Betonda yatmak birkaç gün sonra böbrek ağrılarına neden oluyor. İnce sünger etkili olmuyor, beton bir şekilde içinize işliyor.
2. gün TEM’de ifadem alınıyor, savaşa karşı olduğumu ve nedenlerini anlatıyorum. 3. gün Bextreş’ten ayrılıyorum. Adliye'ye götürüleceğim. Ya serbest kalacağım ya da cezaevine gideceğim. Leyla Abla bana kocaman sarılıyor. “Leyla Abla merak etme, biz bu kara bahtı, aydınlığa çevireceğiz” diyorum. Adliyeye getiriliyorum. Adliyeye yüzlerce kişi gelmiş, ilk o zaman gözüm hafif buğulanıyor. Savcı beni görmeden adli kontrol ile serbest bırakılmam talebi ile hakime sevk ediyor. Ve serbest kalıyorum.
Türkiye’nin, dünyanın dört bir yanından binlerce insandan gelen mesaj ve telefonların henüz bir kısmını okuyabildim. Sur’un muhtarlarından iş insanlarına, muska yollayanlara kadar… Diyarbakırlılar evime akmış durumdalar. Böylesi bir sevgi halesi ve dayanışma ile sarılı olmak öylesine iyi geliyor ki… Tanıdığım tanımadığım, dayanışmasını esirgemeyen herkese binlerce kez teşekkür ederim. Her biriniz iyi ki varsınız. Bir kez daha anladım ki yıkım ve savaşın tarihini yazanlara inat, bizler de dayanışmanın ve mücadelenin tarihini yazıyoruz. Ve inanıyorum ki gün gelecek barışın tarihini de yazacağız hep birlikte…
Bu ülkenin bahtı karanlık değil, aydınlık olacak.