Soma için hazırlanan bir belgeseli izlerken dikkatimi çekiyor acılı bir kadının sözleri. Kadın: “Mecbur madende çalışıyorlardı. Ne bıraktılar ki. Tütün bırakmadılar, pamuk bırakmadılar, domates bırakmadılar…” diyerek ölen madencilerin tarımdan nasıl koparıldığını dile getiriyordu. Hayatta kalan bir madenci ise: “Biz çiftçiyiz, madenci değiliz. Tarım öldü, hayvancılık bitti. Aç kalmamak için madene girip çalışmaya başladık…” diyerek tarımdan madene kayan hayat yolculuklarını anlatıyordu.
Soma’daki madenci ailelerin birçoğu eskiden çiftçilikle geçiniyormuş. Soma gibi toprağı bereketli bir yerde neden topraktan geçinemez hale geldiler? Neden maden ocaklarındaki kölelik sisteminin bir parçası oldular?
Soma Türkiye’nin önemli tütün üretim merkezlerinden biri. 2001 yılındaki Tütün Yasası ve TEKEL’in özelleştirilmesi ile tütüncüler ortada kalarak, uluslararası tekeller ile sözleşme yapmak durumunda kalıyorlar. Örgütlü de olmadıkları için bu şirketlerce belirlenen fiyatlar tütün üreticilerine dayatılıyor. Bunun sonucu olarak çok ciddi bir zahmet ve emek gerektiren tütüncülükten çiftçiler kazanamaz hale geliyorlar. Tütünden geçinemez hale gelen çiftçiler tarlalarını satarak başka alanlara kaymaya başlıyorlar.
Yasadan önce 550 bin olan tütün üreticisi sayısı yasadan sonra 50 bine düşüyor. Kalan 50 bin kişi de kıt kanaat geçinmekte. Nitekim 2 çocuğunu Soma’daki maden faciasında kaybeden ve halen tütüncülükle uğraşan bir baba durumu şöyle özetliyor: “Geçen yıl kazanacağıma 2500 TL. borçlandım. Mecbur kaldım madene gitmelerine izin verdim.”
Kısacası Soma’daki madende kaybettiğimiz madencilerimiz, geçmişin çiftçileri, tütün üreticileriydiler. Tıpkı bugün büyükşehirlerin varoşlarında çalışan Bitlisliler, Batman Kozluklular, Adıyamanlılar, Samsunlular gibi. Devlet yıllarca sadece tütüncülükle geçinen bu insanlara tütünü kaldırırken yerine bir alternatif üretim sunamadı. Tütüncülüğün bitmesi ile binlerce Bitlisli, Batmanlı, Adıyamanlı üretici büyük şehirlerin varoşlarına, fabrikalarda güvencesiz işlere savruldular.
Soma’nın hikayesi bir anlamda Türkiye kırsalının da hikayesidir. Çünkü sadece tütüncülük değil, Türkiye’de son 20 yılda genel anlamıyla tarım bitti. Aslında tarımdan bilerek ve isteyerek vazgeçildi. Bir konferansta dinlediğim Çiftçi-Sen Başkanı Abdullah Aysu “sadece 2007 yılında 600 binin üzerinde çiftçinin kırı terk ettiğini; bir orana vurulduğunda her 50 saniyede bir çiftçinin kırsal alanları terk ettiğini” biraz da esprili bir şekilde dile getiriyordu.
80 sonrası uygulamaya konulan neoliberal politikalar tarımdan hızlı kopuşun ana nedenlerinden biri. Bu politikalar sonucu tarımsal üretime verilen desteklerin kaldırılması ile küçük aile tarımı yok edildi. Bunun sonucu olarak Türkiye’de tarımsal üretim %8-9’a geriledi.
Bugün Türkiye’de tarım ve hayvancılık desteklemeleri daha çok şirketlere verilmekte. Küçük aile çiftçiliği vazgeçilebilir, verimsiz bir şey olarak sunulmakta. Ölçek ekonomisi öne sürülerek topraklar toplulaştırılmakta ve tarım şirketlere havale edilmekte.
Uzun yıllar köylerde çalışan bir kırsal kalkınmacı olarak, bunu ne zaman tartışmaya açsam, tarım uzmanlarından “verimliliğin toplulaştırma ve büyük ölçekli düşünmeyi gerektirdiğini” duyarım. Bugün Türkiye’de devlet politikalarında birçok şey verimlilik üzerinden değerlendiriliyor. Oysa ki sosyal devlette, devlet verimlilik üzerine politika oluşturamaz. Politikanı verimliliğe dayandırdığın zaman, bugün olduğu gibi bazıları zengin, bazıları yoksul olur. İnsanlar Soma’daki gibi can güvenliği olmayan madenciliğe mahkum edilir.
Oysa sormamız gereken bir soru var bu noktada: Her şey “büyük” olmak zorunda mı? Küçük de pekala güzel olabilir!