Diyarbakır
Yolda araç trafiği vardı. Lice’ye yaklaştıkça yeşillik artıyordu. Köy yollarının her iki tarafındaki yanmış ağaçlar dikkati çekiyordu. İlginç bir şekilde ağaçların kökleri yanmış ama yaprakların bir kısmı halen yeşilliğini koruyordu. “Bak görüyor musun, ne kadar arsızlar, ne kadar yaksalar da onlar tekrar çıkıyor, tıpkı Lice gibi…” diyordu yanımdaki arkadaşım.
Mehlê mezrasına geldiğimizde kalabalık göze çarpıyordu. İnsanlar grup grup taziyeye geliyorlardı. Biz de bir müddet verandada aile büyükleri ile oturup taziyelerimizi ilettikten sonra evin içine girdik.
Evin girişinde kocaman bir bez dövizde asılıydı evin ölen oğlunun resmi. M. Şirin Kocakaya sanki kendi taziyesini izliyor gibiydi.
Kadınların bulunduğu odaya geçtim. Anne başköşede oturuyordu, acılı ama dimdik. 30 Haziran sabahı olanları, çocuklarının çığlıklarını nasıl duyduğunu, çığlıkların geldiği yöne doğru koştuklarını ve sonrasında yaşananları anlatıyordu.
Şirin’in ablası efkârla bir sigara yakıyor, dumanına uzun uzun bakarak söze giriyor:
“Askerler günlerdir buralardaydı, bizden ekmek, su, yemek istiyorlardı. Onlara su verdik, çay verdik, yemek verdik. Onlar ise gelip bizi öldürdüler. Allah hakkımızı bırakmasın.”
Odadaki küçük çocuklar pür dikkat bizi dinliyorlar, abla devam ediyor:
“Kardeşim karınca yerde olsa basmazdı, günahtır derdi. Sapasağlam yakaladın sen niye böyle bir şey yaptın. Allah hakkımızı bırakmasın.”
“Ateş topları ile dağları vuruyorlardı, girdikleri her yeri ateşe verip öyle çıkıyorlardı. Mermer şantiyesini de yaktılar. Onlar yakıp çıktıktan sonra biz girdik şantiyeye yangını söndürmeye çalıştık. Allah hakkımızı bırakmasın.”
"Allah hakkımızı bırakmasın" bugün en çok duyduğum sözlerden biri.
Sessizce yan odaya çağrılıyoruz. Belli ki herkesin içinde konuşulmak istenmeyen bir konu var. Darp edilen köylü kadınlardan ikisinin düşük yaptığı ve hastanede olduklarını söylüyorlar. Düşük o gün gördükleri darp ve işkenceden mi, korkudan mı bilinmiyor. Kadınlarla ilgilenebilmek için bilgilerini alıyoruz.
Çocuklar tüm bu süreci pür dikkat izlemekteler. Çocukların durumunu soruyorum. Köylülerden biri: “Çocuklar en ufak bir şeyde irkiliyorlar, ağlıyorlar. Dün gece bile havan topu atıldı.”
Verandadan karşıdaki dağlar, ormanlara bakıyoruz. Ormanlar epey yanmış. “Ateş topu gibi bir şey bırakıyorlardı” diyor yanımdaki köylü. Taziye için gelenler arasında Ekoloji Hareketinden gençler de var, yanan alanları raporlaştırmaya çalışıyorlar.
Köye gelirken yolda beton bloklar taşıyan kamyonlar görmüştük. Nitekim yollardaki karakolların etrafları tamamen çift beton bloklarla kapatılmış. Karakolun etrafı demek hafif kalabilir, örneğin Kayacık karakolunun neredeyse bulunduğu vadinin ciddi bir kısmı beton bloklarla kapatılmış. Tüm bu yeşilliğin, güzelliğin içinde çirkin beton bloklar her yerden dikkati çekiyor. Liceli çocuklar ise tüm bunlarla iç içe yaşamaktalar, hemen bu beton blokların dibinde top oynuyorlar.
Sisê mezarlığında çocuklarının mezarını ziyaret için bayramda gelmiş ailelerin nöbet tuttuğunu öğreniyorum. İzmir’den, Manisa’dan, Türkiye’nin dört bir yanından gelen aileler var. Mezarlıkta ailelerin namaz kılması ve yemek yapılması için yapılan ek binaların vurularak patlatıldığı, mezarlığın yıkıldığı söyleniyor. Aileler daha fazla yıkım olmasın diye mezarlıkta nöbet tutuyorlar.
Lice 1925’ten beri defalarca yakıldı. Buna rağmen muhteşem bir güzelliğe sahip. Yol boyunca Lice’nin dağlarına, ormanlarına, akarsularına, ormanlar arasında çıkıveren minik göllerine bakıp “Ah Lice!” diyoruz. “Bu kadar yakılmasaydı nasıl bir yer olurdu kim bilir?”
Allah hakkını bırakmasın!