Diyarbakır
Türkiye artık bir göçmenler ülkesi. Afganlar, İranlılar, Afrikalılar, Suriyeliler, Iraklılar, Ezidiler… Milyonlarca göçmen Türkiye’ye daha çok Avrupa’ya geçecekleri bir geçiş ülkesi olarak geliyorlar. Türkiye farklı statüler vererek göçmenlik meselesini yönetmeye çalışıyor. Bazen hiçbir statü vermemek için “misafir” diyor, işin boyutunun “misafir”liği aştığını görünce “geçici koruma” diye statüler oluşturuyor, bu statüleri de istediği göçmen kitlesine veriyor, istemediğine vermiyor. Suriyeli göçmenler “geçici koruma statüsü”ne alınırken, Ezidiler alınmayabiliyor. Suriyeliler için kamplar kurarken, Ezidiler için kurmayabiliyor. Kısaca göçmenlerin arasında da ciddi bir ayrımcılık yapıyor hatta politikaları ile bu ayrımcılığı körüklüyor.
“Geçici koruma statüsü” verilen Suriyeli göçmenlerin durumu da vahim. Bir kısmı kamplarda kalıyor, ama her ne hikmetse AFAD kamplarına kimsecikler alınmıyor. Bu kamplar sık sık çocukların, kadınların satıldığı haberleri ile gündeme geliyor. Kamplara para veren uluslararası kuruluşlar da “bu kamplar şeffaf olmak zorunda, sivil toplumun da için de olduğu denetleme kurulları olmak zorunda” demiyor.
Kampların dışında olan milyonlarca Suriyeli göçmenin de “etinden, sütünden” faydalanmayı ihmal etmiyor Türkiye ekonomisi. Suriyeli çocuklar en kötü şartlarda tekstil atölyelerinde çalıştırılıyor, Suriyeliler birçok yerde karın tokluğuna çalıştırılıyor, sivil toplum örgütlerinin raporlarında bazı tekstil atölyelerinde Suriyeli kadınlar ve çocuklar için tecavüz odaları olduğundan bahsediliyor. Türkiye hükümeti ise bu iddiaları araştırıp, bu işletmeleri denetlemek yerine, Suriyeli mültecileri her fırsatta pazarlık konusu yapıyor.
Kısaca her türlü insani bakıştan, hak hukuk anlayışından uzak bir mülteci-göçmen politikası var Türkiye’de. Mültecileri her şekilde kullanan bir ülke ekonomisi, istediği zaman pazarlık konusu yapmaktan utanmayan bir mülteci politikasından bahsediyoruz. Tabi ki bu utanç Türkiye kadar bunlara göz yuman Avrupa ülkelerinin de utancı. Türkiye’nin “güvenli bir 3. ülke” olmadığını bile bile mültecileri geri yolluyorlar. Türkiye sınırlarında mülteciler güvenlik güçleri tarafından vurulabiliyor. Tüm bunlara karşı Avrupa’dan bir ses çıkmıyor.
Bugün 20 Haziran, Dünya Mülteciler Günü. Yani yuvasından, vatanından zorla ayrılmak zorunda kalan insanların günü…
Önümde bir basın açıklaması var. Başlığında “Mültecilik Savaşların Doğrudan Sonucudur ve Ancak Adil Bir Barışın Gelmesiyle Son Bulabilir” yazıyor.
Benim de üyesi olduğum Zorla Alıkonulan Kadınlar İçin Mücadele Platformu Mülteciler Gününde İŞİD tarafından zorla alıkonulan kadınların durumuna dikkat çekmeye çalışıyor. Yaklaşık 1,5 yıl önce Diyarbakır’da kurulan platform kurulduğu günden beri İŞİD’in elinden kurtulmayı başarmış onlarca kadının tedavisini sağladı. Ezidi halkının yaşadığı 73. Fermanın bir “soykırım” olarak kabul edilmesi için uluslararası kuruluşlar ve ceza mahkemesinde girişimler başlattı. Bunun için Ezidi kadınların soykırım tanıklıklarını topladı.
Nitekim yavaş yavaş tüm bu uluslararası girişimlerin sonuçları alınmakta. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu geçen hafta Şengal katliamının bir soykırım olduğunu kabul etti. Geç bir karar ama çok kıymetli bir karar bu. Bu karar soykırımda bulunan ve destekçi olan tüm birey ve ülkelerin önümüzdeki dönemde Uluslararası Ceza Mahkemesinde yargılanmasına yol açabilecek bir gelişme.
Unutmayalım! İŞİD bir halka karşı bu soykırımı yapabildi, çünkü İŞİD’i doğrudan ve dolaylı olarak destekleyen ülkeler var. Bu ülkeler ve yönetimleri uluslararası yargı karşısına er geç çıkarak, “soykırımı destekleme” suçundan yargılanacaklar.
Şimdi sözü Zorla Alıkonulan Kadınlar Platformuna basın açıklamasına bırakmak istiyorum:
“Dünyanın her yerinden olan kadınlar,
DAİŞ’in cinsiyetçi işgal pratikleri, örgütün Kürdistan ve Ortadoğu’da yarattığı yıkım sistematik cinsel işkence, tecavüz, köleleştirme, cariyeleştirme uygulamaları, örgütün, kadın bedenini topyekun bir erkek egemen savaş ve mülkiyet alanı olarak kodlayan erkek egemen emperyal bir saldırı olarak, tüm dünya kadınlarına yönelik bir uygulama olarak ele alıyoruz.
Bununla birlikte, sistematik tecavüz ve diğer cinsiyetçi şiddet biçimleri örgütün Êzidi halkına yönelttiği soykırım siyasetinin kurucu bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır. DAİŞ’in “savaş ganimeti” olarak kaçırıp köle ve cariye pazarlarında mükerrer defa sattığı, ezici çoğunluğu Êzidi olan yaklaşık 5000 yetişkin kadın ve kız çocukları, bugün Irak, Suriye, Katar, Suudi Arabistan, BAE ve Türkiye sınırlarını içine alan geniş bir coğrafyada alıkonulmaktadır.
Bir diğer yandan da, olağan üstü bir mücadele vererek, DAİŞ elinden kaçabilen kadınlar da, İŞİD saldırılarına karşı yaşadıkları coğrafyaların savunması ve özgürleştirilmesi için kurulan öz savunma birliklerine katılmaktadırlar. Uğradıkları zulmü sorgulayan, politika yapan ve meşru müdafaa haklarını kullanan kadınlar, saldırılarda yaşamını yitiren kadınları sahiplenmek ve kaçırılan, alı konulan kadınların özgürlüğünü sağlamak için mücadele etmekte; hepsinden öte erkek egemen dünyanın onlara savaşlarda biçtiği kurban, kamplarda yaşam mücadelesi veren mülteci kadın rollerinden sıyrılıp hayatı yeniden kurmaktalar.
Zorla Alıkonulan Kadınlar İçin Mücadele Platformu olara 20 Haziran Dünya Mülteciler Günü’nü Ortadoğu’da yerinden edilmenin kaderini yeniden yazan kadınlara adıyoruz.”
Bu yazıyı bitirirken bölgede son 1 yıldır yaşanan savaş, Şırnak’ta, Nusaybin’de, Yüksekova’da, Sur’da, İdil’de, Cizre’de yerinden, yuvasından edilen yüz binlerce insanı düşünüyorum. Mültecilik sadece sınırları geçmekle olmuyormuş demek ki… Tankla topla evlerimizin yakılması, şehirlerimizin bombardımana tutulmasıyla da olabiliyormuş. Bir halk kendi vatanında mülteci olabiliyormuş meğer…