"Yara sıcakken acımaz" diyor atalarımız. Yara soğudu, acılar arttı. Acıyı dindirecek mi bilmiyorum ama bu yazıyı yazma zamanı geldi; 11 Mart 2021 tarihinde sabahın erken saatlerinde hepimizi şok eden olay duyuldu. Küratörlüğünü üstlendiğim, 100 uluslararası sanatçının katılımıyla düzenlenen "Melekleri Öldürmeyin!" adlı açık hava resim sergisi katledildi. Katledildi diyorum çünkü bu kötü eyleme yakışan tek cümle maalesef bu. Ve biliyor musunuz, Katledilen Mersinli kadınlar, bir kez daha katledildiler; bu sefer imgeleriyle yok edildiler. Tıpkı öldürüldükleri gibi, durdukları yerden koparılıp yerlerde süründürdüler. Havada asılı imgelerin kolları kesildi. Sanki saçlarından yola yola yerlerde sürümüşler gibi. Sabaha karşı yaklaşık tüm resimler asıldıkları yerlerden kesilmiş yerlere atılmış. Sabahın köründe görenlerin tüylerini diken diken eden bu görüntüler, çığlıkları havada uçurmuş. Bu çığlıklar, caddenin çığlığı idi. Tüm esnafın telaşıyla, telefon trafiği ile sesler çoğalıyor da çoğalıyordu. Caddeyi bir boydan bir boya 3 km koşarak gezdim. Tek tük resimlerin dışında tüm resimler kesilmiş, yok edilmişti. Bu sergi herkesin sergisiydi. Herkese sevinç yaratan sergiydi. Gezenlerin, "Bir kez daha gezmek istiyorum" diyenlerin sergisiydi. Sonuç olarak amacına ulaşan bir sergi olacaktı. "Nihai sanatsal eylem, eski gözlerle bakacak eski halk için yeni imgeler üretmek değil, yeni gözlerle bakacak yeni bir halk yaratmak olacaktı" diyor Boris Groys. Yeni gözler kör edilmeye mi çalışılıyordu acaba?
Bu katliam affedilemez. Mersinli kadınlara, öldürülen, öldürülmeyen tüm kadınlara atfedilen bu sergi katledilemez! Düşünüyorum da zaten bir kadının çığlığı, bana bu katliamın haberini vermişti bile. Bu çığlık, 8 Mart 2021 tarihinde tüm caddeyi zangır zangır titretti. Gecenin bir yarısında tepede asılmış resimlere çarparak, beton binalar arasında çoğalarak yankılandı. Bu kadın, belli ki buralarda bir yerde mimar olarak çalışmış ve geçmişe hesap soruyordu. Patronuna bağırıyordu, iş arkadaşlarına bağırıyordu. Çevreden insanlar onun mahallenin delisi olduğunu söyledi. Benim çocukluğumdan beri bu caddede ve çevre sokaklarda hep "DELİ KADIN"lar vardı. Değişik efsanelere ve hikayelere sahip bu kadınlar, birer birer yaşanmışlıklarıyla kayboldular. Yerlerine yenileri geldi. Bu kadın da belli ki yenilerden biriydi. Tahmin edileceği gibi defalarca tecavüze uğrayıp kafası koparılarak bir poşete konan "Deli Yasemin" gibi.. Gökdelen arkasında, Metropol binasında ara ara kesilen kadın çığlıklarına da şahit olmak mümkün. Her gün bir yeni çığlığı sineye çeken caddenin, bir dili olsa da anlatsa.
Bu cadde, Mersin'de katledilen kadınların sesi olmak ve henüz katledilmeyen tüm kadınların katledilme potansiyelini taşıyan biz kadınlar için sergiye kucak açtı. Mersin'de katledilen kadınlar anısına düzenlenen serginin adı da "MELEKLERİ ÖLDÜRMEYİN!" oldu.
Valilik izniyle resmi olarak 8-15 Mart 2021 tarihlerinde gerçekleşmesi gerekirken 4. gün yerle bir edildi. Anlayacağınız böylece öldürülen kadınlar da bir kez daha yok edildi. Biz, katledilme potansiyelini taşıyanlar olarak tehdit işaretini aldık. Hatta şahsıma savrulan tehditlerin haddi hesabı yok. Resimlerin yerle bir edilmesiyle eser sahipleri sanatçılarının da aşağılanmasıydı aynı zamanda. Korkutulmasıydı. Bu "Korku Cumhuriyeti" içinde herkes kabuğuna çekildi. Kurumlar, şahıslar, görenler, bilenler, hatta sanatçılar büyük bir sessizlik içinde kendilerini kendilerine gömdüler. Bu sessiz çığlıkların duyulmayacağını zannederek.
Yani şunu bir kez daha canlı canlı gördüm ki; bu kent, benim doğduğum benim büyüdüğüm kent değil, "Kötülük Cumhuriyeti"ne esir olmuş bir kentti.
Kadının, sanatçının da yok oluşuydu. Açıkçası "Yeni Orta Çağ"ın içinde oluşumuzun tam da kanıtıydı. Üslupların, nezaketlerin, emeğe saygının, sanat sevgisinin, doğa sevgisinin, yurt-yuva sevgisinin, kadın sevgisinin, insan sevgisinin ve iyi hizmetin bittiği yerdi. Hücrelere kadar sinmiş siyasileşmenin kurbanıydı.
"Kendisini devamlı olarak baskılayıp yok etme sürecine zorlar- ki işte bu yüzden kent devrimler, toplumsal olaylar, sürekli yeni başlangıçlar, gelip geçici modalar ve durmaksızın değişen yaşam tarzları için doğal bir sahne haline gelir. Bir güvenlik cenneti olarak kurulan kent kısa sürede, suç, dengesizlik, yıkım, anarşi ve terörizmin sahnesi olur" açıklamasını yapan Boris Groys, bize kentlerin genellikle gelecek projeleri olarak doğduklarını anlatır: İnsanlar doğanın kadim güçlerinden kaçmak ve kendilerinin şekillendirip kontrol edebilecekleri yeni bir gelecek kurmak için taşradan kente taşındıkları ortadadır. Ancak taşrayı da yanlarında götürdükleri ortadadır. Yani Mersin'in nüfusu kentin içinde yer aldığı kocaman bir taşra yaratmıştır. Buna paralel yaşamın egemen olduğu her alanın ve kentimizde bitmek tükenmeyen dönüşümüne şahit oluruz. Bu bağlamda da sergide yerle bir edilen resimlerin bazılarını, Hastane caddesinde çalışanlar tarafından alınıp "üzerine zeytin çırpmak için kullanacaktım" diyebiliyor. Bu trajikomik tutum da bize insanların yaşamı ve temel gereksinimleri dine değil, manevi değerlere değil iktisada dayandığının bir göstergesi olarak görüyoruz. Orada bir sergi olmuş onun için bir anlam ifade etse de, etmese de sonuçta o bir nesne hatta kullanılabilen yani işlevi olan bir "nesne" olduğudur. Toplumda kadınların ezilişi, temel toplumsal değer olarak ataerkil aileye dayalı bir iktisadi sistemin ifadesidir. Bir kurum sergiyi maskara maymuna çevirirse, orada çalışan biri de resmi alıp zeytin çırpmak için kullanacaktır. Bilmez çünkü emeği, emeğe saygıyı. Bilmek de istemez. Çünkü kendinde hak görür.
Neval el Saadavi 1977 de "İktisadi sömürüden kurtuluşun kadınların kurtuluşu davasına önemli bir katkı olduğu kuşkusuzdur; ancak kadınların - ve erkeklerin de gerçekten özgür olabilmesi için, toplumsal olsun, ahlaki olsun, kültürel olsun tüm diğer ezilme biçimlerinden kurtuluşa bağlanması gerekmektedir" sözleriyle özlediğimiz sistemi anlatmaktadır.
Çünkü...
"Siyaset, din ve cinselliğin oluşturduğu üçleme her toplumda konuların en duyarlısıdır. Bu duyarlılık kırsal geçmiş ve kültürü başat, feodal ilişkileri hala baskın olan gelişme yolundaki ülkelerde özellikle daha keskindir. Avrupa'da kaydedilen sınai, teknolojik ve bilimsel ilerleme, halklarının kültürünü feodalizmin güçlü etkisinden ve dinle cinsellik alanlardaki çağdışı değer yargılarından temizleyebildi"diyor Dr. Neval El Saadavi. Biz de çağdışı değer yargılarını, Atatürk devrim ve ilkeleriyle netliğe kavuşan "Kadın - Erkek eşitliği" Türk kadınına oy verme hakkı, nüfusa kayıt hakkı, okuma, eğitme hakkı, sanat yapma hakkı vs gibi önemli yasal haklarla temizlemeye başladığımızı sanıyorduk. "İlkel içgüdü böyle işler. Bu içgüdü, uygarlığın katkılarıyla başarıyla gizlenmiş olarak hala varlığını sürdürmektedir" demektedir Henri Bergson. Evet ilkel içgüdü devrede. Eğitilemeyen, ıslah edilemeyen içgüdü, kötülük yapmaya devam edecektir.
Maalesef ara ara hortlayan ilkel içgüdü, bu olumsuzlukların köklü nedenlerindendir. Bunlara baktığımızda;
Toplumsal baskı hastalığını sıralayabiliriz. Bunlara bir açıklama getirdiğimizde sadece toplumsal değil "insani" olmayı unuttuğumuz yerdeyiz. Yozluğun da yozlaştığı bir "cehennem in yaratıldığı yerdeyiz.