16 Ekim günü Fransa'da büyük bir felaket yaşandı. İnanılmaz bir vahşet olayı. Aydınlanmacı bir öğretmen, bir canavarın kurbanı oldu. Güya o canavar, din adına işlemiş bu korkunç cinayeti. Birçok kişinin aklına İŞİD gaddarlarının yaptıkları geldi. Benim aklıma Kubilay öğretmen geldi. İki öğretmeni de katleden aynı kafa değil mi? Bu çağda bu vahşeti insanın aklı almak istemiyor, ama yobaz vahşet günümüz dünyasına geri geldi. Bir din meselesi değil bu, insanlık değerlerinden uzaklaşma meselesi, insan haklarını yok sayma, ifade özgürlüğünü içine sindirememe meselesi.
Charlie Hebdo'nun Paris ofisine 7 Ocak 2015 günü yapılmış olan saldırının bir devamı bu cinayet. O iğrenç saldırı sonucu 12 kişi hayatını kaybetmişti. Güya gene din adına silaha başvuran teröristlerin hedefi sadece insan hayatı değil, aynı zamanda modern demokratik toplumun orta direği olan ifade ve basın özgürlüğü ilkesiydi.
Charlie Hebdo kurbanlarının cenaze törenine zamanın Başbakanı Ahmet Davutoğlu en ön safta katılmakla doğru olanı yaptı. Çünkü böyle bir katliam hiç bir şekilde mazur görülemez, gösterilemezdi.
Samuel Patty'nın öldürülmesi de hiç bir şekilde mazur görülemez, gösterilemez. Gel gelelim, ben medyayı yakından izlemiyorum, ama bu kez konuya biraz Fransız kaldık izlenimindeyim.
Basınımız ne ölçüde bu korkunç olayla ilgilendi, bilemiyorum. T24'de Hasan Cemal, ona yakışan şekilde, kuvvetli bir yazı yazdı. Başka yazanlar da olmuştur. Ne ki, baktığım kadarıyla gündemin üst sıralarında göremedim bu olayı. Oysa, terörizmin hedefi gene ifade ve basın özgürlüğüydü.
Yönetimden dikkati çeken bir açıklama geldi mi? Geçmişinde Kubilay öğretmen travmasını yaşamış bir devletin bu olaya daha çok ilgi göstermesi beklenirdi. Olayın şu anda ilişkilerimizin limoni olduğu Fransa'da meydana gelmesi bizim ilgi eksikliğimizi haklı gösterebilecek geçerli bir bahane değildir.
Bu dönemde Fransa'yı islam dini konusunda hedef aldık, çeşitli açıklamalarla. Fransa'da geniş bir müslüman nüfus bulunmaktadır. Macron'un Müslüman vatandaşlarıyla ilgili birtakım düşünceleri olduğu görülmektedir. Anlaşılan, biz Macron'un son zamanlarda bu konuda söylediklerini beğenmedik. Olabilir. İnsan hakları alanında bütün ülkelerin birbirini ortak değerler adına eleştirme hakkını uluslararası hukuk tanıdığına göre, biz de Macron'u eleştirebiliriz elbette. Ancak, bu eleştirilerin yanısıra, gene ortak insanlık değerleri adına, Samuel Patty olayına tepki göstermek ve Fransa ile dayanışma duygusu dile getirmek gerekmez miydi? Bence gerekirdi. Kaldı ki, böylesine ilkesel bir meselede, değişebilecek güncel siyasal koşullara göre davranılması zaten yanlıştır.
Samuel Patty için görkemli bir cenaze töreni yapıldı. Macron konuşmasında "Aydınlanmanın ışığını söndürtmeyeceğiz." dedi. Biz başka türlü ışıklarla uğraşaduralım, meselenin özü bu: Aydınlanmanın ışığı.
Ne zaman ışık dense, aydınlık dense aklıma İbnü'l Heysem gelir. İlk bilim kişisi derler İbnü'l Heysem'e. Optiğin babasıdır. İnsanlığın gözünü, görüşünü güçlendiren kişi dersek, yanlış olmaz. Aslında Rönesans da, Aydınlanma da, İbnü'l Heysem gibilerin açtıkları bilim ve akıl yolundan gelmiştir. Bu yol insanlığın ortak ilerlemesidir, evrenselliktir. Batı'nın ya da Doğu'nun diye düşünmeye başlarsanız yanlış olur, işin içinden çıkamazsınız, Batı ve Doğu tasavvurları arasında sıkışıp kalır, sıkıntıya düşersiniz. İnsanlığın ortak değerleri olan insan hakları da evrensel ilerlemenin ürünüdür. İfade ve basın özgürlüğü temel evrensel değerlerden biridir. Bu değerleri Batı ya da Doğu diye bölemezsiniz. Kaldı ki, hiçbir din, özü bakımdan bu değerlerle çelişki halinde değildir. Sorun evrensel değerleri anlamayıp ve içsellestiremeyip, şu veya bu din adına şiddete başvurabilenlerdedir. Bunlar dindar değil din ve insanlık düşmanıdır. İbnü'l Heysem'in açtığı insanlık gözünü kör etmek isteyenlerdir. Onun için Macron haklıdır "Aydınlanmanın ışığını söndürtmeyeceğiz." derken.