Bir süre mecburen İstanbul’daydım. İstanbul’un trafiğindeydim, metrosunda, metrobüsünde, minibüsü, vapuru, dolmuşundaydım. İstanbul’un sokaklarında, çarşılarındaydım. Artık kimse bana İstanbul masalı anlatamaz. Teknik anlamda geliştiği yadsınmaz ama gürültü ve kalabalık kavramlarınının yetkin örneği olmuş İstanbul; Tuzla’dan Beylikdüzü’ne, hatta Silivri’ye, Şile’den Adalar’a uzanan koca bir şantiyeye dönüşmüş. Nerede Tanpınar’ın, Yahya Kemal’in istanbul’u? Üstadlar görseler bu İstanbul’u hemen tüyerler. Artık istanbul’da Huzur romanı yazılabilir mi? “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!” dizesinin somut karşılığı kaldı mı?
İstanbul Türkiye’nin dinamosu. Herkesi çekiyor. İstanbul’da nüfus arttıkça hizmet geliyor, hizmet geldikçe nüfus artıyor. Büyük bir hızla büyüyen içinden çıkılmaz bir çelişki yumağı. Bu arada kentin ne bilinen mimari özellikleri korunabiliyor, ne de olumlu anlamda yenileri ortaya çıkabiliyor. Gelişme o kadar hızlı ki, İstanbul’un yeni bir kimlik, ruh edinebilmesine zaman bırakmıyor. Tevfik Fikret’in İstanbul’u halt etsin! Sanki çirkinlik tanrıçası ele geçirmiş İstanbul’u, takıp takıştırıyor; sevgilisi rant tanrısına kendini beğendirmeye çalışıyor. Boğaz’daki o yığışma, yoğuşma! Erenköy, Göztepe gibi semtlerde o kadar yüksek binalar niye yapılır? O Beyoğlu’nun hali ne? Fallik uygarlık temsilcisi şu tipsiz gökdelenler İstanbul’a yakışıyor mu? Ya eski İstanbul’un klasik ufuk çizgisini bozan o iki hayalet? İlgililerin vicdanı sızlamaz mı? Tepeleri, kubbeleriyle göğe uyaklı İstanbul’un yerini göğe diklenen bir İstanbul almış.
Mimari açıdan İstanbul koca bir kitsch olma yolunda. Hermann Broch kitsch sanat olması için önce kitsch insan olması gerektiğini söyler. Klasik kültürümüzde görülmeyen şatafatı güzellik, yüksekliği ululuk, büyüklüğü yücelik sanıyoruz. Aslında kendimize bir dev aynası inşa ediyoruz. Ona bakıp “Vay be! Biz neymişiz?” deyip rahatlıyoruz. Böylece bilinçaltımızdaki kudret ve servet hırsını birazcık doyuruyoruz.
İstanbul’u estetik açıdan hâlâ çekici kılabilen iki unsur var. Biri eski yapılar ve rant canavarının henüz uzanmadığı köşeler, diğeri doğası, doğal konumu. Ne ki, eski yapılar yeni kent yükseldikçe tarihe gömülüyor, doğa da her geçen gün kentin gelişimine kurban ediliyor. Özetle söylersek, İstanbul’da Allahın yarattığı her şey çok güzel, eski yapılar dışında insan elinden çıkma ne varsa büyük çoğunluğu çirkin. Bu kadar çirkinlik ve gürültü arasında insan ruhu nasıl güzelleşebilir? Eski İstanbul’u bilmeyenler şanslı (!). Karşılaştırma yapamıyor ve gördüklerini güzel sanabiliyorlar.
Belki yirmi otuz yıl sonra her şey yerine oturur, gelişmenin olumlu yönleri ağır basar, İstanbul toparlanır. Ancak en iyimser yaklaşımla geçiş dönemi diyebileceğimiz bu sıralarda İstanbul’da ortalama ya da düşük gelirli vatandaş olarak yaşamak da kolay değil. (Zenginlerin vahaları var.) Koskoca şehirde bir yerden diğerine gitmek kamu taşımacılığında övgüye değer gelişmeler sonucu nisbeten kolaylaşmış, ama nüfus öyle yoğun, çalışma düzeni öyle karmaşık ki, iş yerinizle ya da okulla eviniz yakın değilse yandınız! Pahalılık temel bir dert. O kiralar, satılık yer fiyatları! Şehrin kahrını paralılar değil, ortalama vatandaş çekiyor. Sorsanız, insanların çoğu “İstanbul’da artık yaşanmaz” diyor. Gel gelelim, İstanbul’un altenatifi yok. Sanatın, iş hayatının, ticaretin, kültür hayatının, çeşitli hizmetlerin merkezi İstanbul. Modern yaşam tarzını Anadolu’da sayılı yer dışında İstanbul’un bildiğimiz semtlerinde buluyorsunuz. İstanbul’dan vazgeçmek olanaksız. Ne yazık ki, Türkiye’de kalkınma ve modernleşme ülke yüzeyine yayılmamış, İstanbul’da merkezileşmiştir. Ülkemizde hayatın merkezi İstanbul olmuştur. Yaşanmaz denilen bir kentte yaşamak. Zengin olmayan İstanbullunun çilesi, sınavı bu işte!