“Geçmişte keşke şöyle olsaydı, yok böyle olsaydı.” diye, ara sıra olsa da, düşünmeyen yoktur. Bazıları fena halde takılırlar bu türden bir düşüncenin peşine, dünya görüşlerinin ekseni yapar, oradan nefret söylemleri, hatta siyasetleri çıkarır, tarihi hınçla yeniden yazmak isterler. Oysa “Amcam halam olsaydı” gibi bir düşünmedir sözünü ettiğimiz. Gene de, hayal dünyamızı renklendirmek bakımından eğlenceli bir entelektüel oyun olarak görülebilir geçmişi yeniden kurgulamaya çalışmak. Konusuna göre, bazen geçmişten bazı dersler çıkarmamıza da yarayabilir. Ben de, ara sıra oynarım bu oyunu. Örneğin, “İki Türk hükümdarı Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail biribirine düşmek yerine anlaşabilselerdi, kim bilir, biz ve genel olarak islam âlemi bugün nerede olurdu?” diye düşünürüm.
Elbette, olanaksızdı anlaşmaları. Çünkü her ikisi de kendi din anlayışının en doğrusu olduğuna inanıyordu. “En doğrusu” takıntısı çok tehlikelidir. “Benim dinim en doğrusudur” diye başlar. Sonra “Benim mezhebim en doğrusudur”, “Benim inanç okulum en doğrusudur”, “Benim tarikatım en doğrusudur”, “Benim tarikat şubem en doğrusudur”, “Benim tekkem en doğrusudur”, “Benim şeyhim en doğrusudur”, “Benim ait olduğum müridler grubu en doğrusudur” diye devam eder. “En doğrusu benim inandığım ve yaptığım”dıra kadar gider. Kendi doğru bildiğini en doğru diye herkese dayatmak işlemi genellikle belirli bir din adına kutsal bir görevmiş gibi yapılır. Oysa dinler arasında böyle bir işlem öngöreni yoktur.
Örneğin, Kuran – ı Kerim’in El Hucurat suresinin 13. ayeti inanç dayatmacılığının tam tersini bildirir: “ Ey insanlar! Elbette biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, biribirinizle tanışasınız diye uluslar, boylar halinde var ettik.” İnsan hakları açısından olağanüstü bir ayettir okuduğumuz. Kadın erkek ayırmadan insanlar arasında eşitliği öngörür. İnsan toplulukları arasında çoğulluğu, karşılıklı hoşgörüyü, farklılıkları kabul etmeyi, biribirini tanıyarak sevip saymayı, kısacası barış, barışıklık içinde yaşamayı öngörür. Bugünkü islam âlemine bakınca söz konusu ayetin anlaşılıp uygulandığını söyleyebilir miyiz? Nice gruplar, siyasi akımlar, ülkeler, kendi islam anlayışları adına yapmadıklarını bırakmıyorlar.
Atatürk kuşağı İslam dünyasına laikliği bu yüzden getirdi işte! Sünnilerle şiiler artık biribirine hasım olmasın, herkes aynı hoşgörü anlayışının çatısı altında barış içinde yaşayabilsin diye, kimse kimseye kendi doğru bildiğini dayatmaya çalışmasın diye. El Hucurat suresinin 13. ayetinde öngörülen dünyanın, ancak laik bir sistem içinde gerçekleşebileceğini söylesem, yanlış yapmış olur muyum? Laiklik, müslüman ülkelerde yaygın olsaydı, bugünkü sorunlar olur muydu? Gene çeşitli çıkar çatışmaları, kuvvet mücadeleleri olurdu, ama en azından tarafların din maskesinin arkasına saklanmaları, dini istismar etmeleri bugünkü kadar kolay olmazdı. Bu da sorunları çok ama çok hafifletmiş olurdu.
Acemler Musaddık’ın değerini bilemediler. Arapların çoğu da laikliği pek anlayamadılar. Laik sözcüğünü arapçaya “lâ-dinî” diye aktarmışlar. Oysa o sözcük “dinsiz” anlamına da geliyor, laikliğin gerçek anlamıyla ilgisi yok. Biz laik sözcüğünü daha iyi anlayabilecek durumdayız. Laik Yunancadan gelen bir sözcüktür. Halka ait, halk insanı demektir. Laikliğin tam Türkçesi halkçılıktır. Ülkeyi dinsel dogmaları tekeline alıp dayatanların değil, halkın yönetmesi demektir. Dolayısıyla laiklik demokrasiden ayrı düşünülemeyecek bir kavramdır. Demokrasi de çoğulculuk, karşılıklı hoşgörü, inanç özgürlüğü değil midir? Bütün bunların kavramsal karşılığı din ve vicdan özgürlüğü olarak laikliktir.
Bazen, geçmişe dönük spekülasyon yaparak eğleniyoruz dedik ya: O zamanlar laiklik olsaydı ya da El Hucurat suresinin andığımız ayetini anlasalardı, Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail biribirinin boğazına sarılmaz, Anadolu’nun da, Orta Doğu’nun da tarihi başka türlü yazılırdı. Kim bilir?