Filmlerde gördüğümüz, romanlarda okuduğumuz distopyaları akla getiren bir salgın hastalık tehdit ediyor dünyayı. Biz de herkes gibi bir an önce bir çare bulunması, bu arada bizim başımıza bir şey gelmemesi için dua ediyor, önlem almaya çalışıyoruz. Gördüğümüz kadarıyla, hastalığın yayılmasına karşı bir önlem olarak devletler sınırlarını dış dünyaya kapatmak yoluna gidiyorlar. Bu tablo ulus devlet ve küreselleşme kavramlarını getirdi aklımıza.
Biliriz: Ulus devlet insan topluluklarının örgütlenme biçimi olarak 1648 Westphalia anlaşmasıyla filizlenmeye başlamış, zamanla yerküreye yayılmıştır. İnsanlık henüz ulus devlete alternatif bir örgütlenme biçimi ortaya çıkarmamıştır. (AB, ulus devletin aşılması değil, Avrupa ulus devleti kurulması hayalidir.) Aslında küreselleşme de aşağı yukarı aynı dönemlerde başlamıştır. Ancak, büyük balığın küçük balığı yutması biçiminde geliştiği için zamanla küreselleşme ulus devlete bir tehdit olarak algılanır olmuştur. Oysa küreselleşme insanlığın gelişmesinin kaçınılmaz bir aşamasıdır. İdeal bir dünyada küreselleşme ulus devletler arasında iş birliği ve uluslararası kuruluşlar yoluyla küresel yönetişim sağlanması demektir. Yaşadığımız küreselleşmeyse özünde kapitalist bir süreçtir. Uluslararası iş birliğinden çok Batılı ulus devletlerin ve bugünkü aşamada da Çin'in dünyaya egemen olma arayışını, büyük güçler arasında acımasız bir rekabeti içerir. Ulus devlet anlayışının katı bir ifadesi olan milliyetçilikten vazgeçme eğilimini yansıtmaz. Koronavirüs hastalığının günümüzde küreselleşmeyi en çok savunan, aynı zamanda katı milliyetçi olan Çin'den çıkıp yeryüzüne yayılması betimlemeye çalıştığımız sürecin trajik / ironik bir sonucudur. Küresel hareketlilik olmasaydı hastalık Çin'den dışarı bu kadar kolayca çıkamazdı.
Küresel nitelikte bir hastalığı önlemek için dış dünyaya kapıların kapatılmasında ben biraz ulus devletin savunma refleksini görüyorum. Bunun genel olarak insanların dış dünyayı algılamaları üzerinde ne gibi etkileri olabileceğini göreceğiz. Umarız, ulus devleti Enver Hoca'nın sığınakları gibi düşünenlerin ekmeğine yağ sürmez. Böyle bir önlem belki gereklidir, ama bu aşamada bence asıl yapılması gereken küresel iş birliğidir. Bunun için BM'in ve özellikle Dünya Sağlık Örgütünün (DSÖ) daha toparlayıcı, devletleri yönlendirci olabilmeleri gerekir. DSÖ'nün başında karizmatik bir genel müdür olsaydı herhalde dünya kamuoyunu etkilerdi. Genel Müdür seçilme sırası artık Afrika'da olması gerektiği için bu göreve gelen muhterem zatın yaptığı basın toplantısından yansıyan tek şey "hastalığın merkezi bundan böyle Avrupa'dır" gibi sözü oldu. (Avrupa karşıtları bu sözü sevmiş olabilirler mi, bilemiyorum.) Oysa aynı toplantıda, yanında oturan icra direktörü seyahat kısıtlamalarını eleştiren sözler etti. Öte yandan, BM Güvenlik Konseyi ebola salgını sırasında aldığı 2177 / 2014 sayılı kararla bulaşıcı hastalıkları BM Yasasının 39ncu maddesi anlamında "barış ve güvenliğe tehdit" olarak kabul etmiştir. Henüz BM Genel Sekreterinden, Güvenlik Konseyi'nden de çok önemli girişimler, atılımlar görmüyoruz.
Karşılaştığımız küresel tehdit ulus devletlerin içe kapanmalarını değil mevcut uluslararası örgütler ve kurumlar yoluyla yakın iş birliğini yapmalarını gerektirmektedir. Bunun yerine sorunun halli Trump, Macron gibi ikinci sınıf liderlere bırakılırsa işimiz var demektir. Dünyamızı hem ulusal hem de küresel boyutlarıyla dengeli bir şekilde görebilen liderlere özellikle bu günlerde gereksinim duyuyoruz.
Bu vesileyle Atatürk'ün anmadan edemeyeceğim. Atatürk 17 Mart 1937 günü Romanya Dışişleri Bakanı Antonesku ile yaptığı sohbette bakın neler demiş:
"Bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla insan mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar bütün cihan milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendi milletinin saadetine ne kadar kıymet veriyorsa bütün dünya milletlerinin saadetine hâdim olmağa elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Bütün akıllı adamlar takdir ederler ki bu vadide çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü dünya milletlerinin saadetine çalışmak, diğer bir yolda kendi huzur ve saadetini temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında sükûn ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa, yapsın huzurdan mahrumdur. Onun için ben sevdiklerime şunu tavsiye ederim: Milletleri sevk ve idare eden adamlar, tabii evvelâ kendi milletinin mevcudiyet ve saadetinin âmili olmak isterler. Fakat aynı zamanda bütün milletler için aynı şeyi istemek lâzımdır. Bütün dünya hâdiseleri bize bunu açıktan açığa isabet eder. En uzakta zannettiğimiz bir hâdisenin bize bir gün temas etmeyeceğini bilemeyiz. Bunun için beşeriyetin hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir uzvu addetmek icabeder. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan bütün âza müteessir olur. İşte bu sükûnet içinde bütün dünyayı mütalaâ etmek fırsatı bizdedir. Dünyanın filân yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla alâkadar olmalıyız. Hâdise ne kadar uzak olursa olsun bu esasdan şaşmamak lâzımdır. İşte bu düşünüş, insanları, milletleri ve hükûmetleri hodbinlikten kurtarır. Hodbinlik şahsî olsun, millî olsun daima fena telâkki edilmelidir. O halde konuştuklarımızdan şu neticeyi çıkaracağım: Tabiî olarak kendimiz için bütün lâzım gelen şeyleri düşüneceğiz ve icabını yapacağız. Fakat bundan sonra bütün dünya ile alâkadar olacağız.(...)"
Ulus devletleri böyle düşünen liderler yönetiyor olsaydı sorunlara daha kolayca çözüm bulunmaz mıydı?