Ülkemizde belli bir kesimin Türkiye Cumhuriyeti’ni içselleştirmekte, hatta içine sindirmekte güçlük çektiği onyıllardır bilinir. Basında son yıllarda gördüğümüz haber ve yorumlara bakılırsa, bu kesimin içinden bazı cin fikirliler Cumhuriyet bilincini zayıflatmak için yeni bir yöntem geliştirmişler. Cumhuriyet tarihimizin kurtuluş ve kuruluş döneminin her yıl kutlanan önemli günlerine alternatifler yaratıyorlar. Bildiğimiz kurtuluş / kuruluş kutlamalarından çok altenatif saydıkları günlerin kutlamalarını öne çıkararak, halkın Cumhuriyete bakışını değiştirmeye çalışıyorlar. Her ülkede bu tür akımlar olduğu, demokrasi ve ifade özgürlüğü çerçevesinde Cumhuriyet karşıtı görüşlerin dile getirilmesinin doğal karşılanması gerektiği söylenebilir. Ne var ki, bu görüşler eskilerin deyişiyle, kuvveden fiile geçince Cumhuriyete bağlı kesimlerin tepki göstermesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla Cumhuriyetimizin önemli günleri artık sivil toplum düzeyinde eskisinde oranla daha güçlü, sesli kutlanıyor, siyasal iktidara tepki etkinliklerine dönüşüyor.
Bizim gibi önemli kültür dönüşümlerden geçen ülkelerin hepsinde benzer durumlar yaşanıyor mu, bilmiyorum, ama bunu kendi kendimize yarattığımız gereksiz bir sorun olarak görüyorum. Dinsel, ulusal, yerel, her kutlamayı kendi çerçevesinde yapsak, her birinin tadını ayrı ayrı çıkarsak olmuyor mu? Olmuyor işte! Toplumsal bilinçaltımız hâlâ huzur bulamadı, biz de rahat duramıyoruz. Dışarıdan bakınca bir yabancının komik bulabileceği toplumsal bölünmeler icat ediyoruz.
Bu tabloya son katkı Malazgirt ve 30 Ağustos kutlamalarının bazı çevrelerce karşılaştırılmalı olarak ele alınması oldu. İki çok önemli gün. İkisini de kendi önem ve anlamlarına göre kutlamak varken, Malazgirt’i 30 Ağustos gölgelemek amacıyla öne çıkarmanın devlete, millete sağladığı yarar nedir?
İki ayrı gün diyoruz ama ulusal tarihimize tepeden, bir büyük resim olarak bakarsak bu iki gün arasında bir bağlantı var. Ne ki, söz konusu bağlantı, 30 Ağustos’u küçümsemeye çalışanların hoşuna gitmeyecek türden. Kestirmeden söyleyelim: 30 Ağustos zaferi olmasaydı, 1071’de girdiğimiz topraklardan dışarı çıkarılacaktır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bugünkü topraklarımızı işgal edenlerin niyeti belliydi. Trakya ve Anadolu’daki varlığımıza tedricen son vermek. Merak etmeyin: topraklarımızın asli bir parçası olan Kürtlere de, bizi böldükten sonra gün göstermezlerdi. (Orta Doğu’da Araplara gün gösterdiler mi? Macarlara, Avusturya’ya acımayan bize mi acıyacaktı?) Kurtuluş savaşı olmasaydı, Sevr antlamasında bize sadaka gibi bırakılan o küçük devleti de zamanla ortadan kaldırır, canımıza okurlardı. Bunun Tarihte örneği var. İspanya’da “yeniden fetih” denilen dönem yedi yüzyıl sürdü. Sonunda İspanya’yı Araplardan temizlediler. Bizim de bugün vatan dediğimiz topraklardaki varlığımız yaklaşık dokuz yüzyıl sürmüş, eskiden vatan bildiğimiz Balkanlardan atıldığımız gibi Anadolu’dan da atılmış olurduk. İspanya’da olan bitene eskiden “Endülüs Faciası” derdik. Biz de “Anadolu faciası”nın kurbanları olacaktık. Bunu görmemek için ya bilinçsiz ya da kötü niyetli olmak gerekir.
Artık bırakalım tarihi günler üzerinden çekişmeyi. Malazgirt’i de, 30 Ağustos’u da keyifle ulusca kutlayalım. Tarihimizi bir süreklilik içinde görebilme olgunluğunu gösterelim.