Son yıllarda, farklı bir profile sahip yeni nesil liderlerin yönettiği yüksek riskli, çatışmacı ve çok değişken bir uluslararası siyaset sahnesi oluştu. Burada, her türlü yönteme başvurulabilen, sert bir mücadeleye şahit olduk.
Böyle bir ortam, askeri ve ekonomik bakımdan ne kadar güçlü olursa olsun, her aktör açısından maliyetli olmuştur. Bu da, aralarında ihtilaf bulunan ülkeleri dayanma güçlerinin sınırına geldikleri zaman uzlaşma arayışına girmeye yöneltmiştir.
ABD'nin, Taliban'la müzakere süreci ve Afganistan'dan apar topar çıkması, Katar ile karşıt kamptaki ülkelerin barışmaları, Suudi Arabistan ile İran arasındaki görüşmeler, İsrail ile bazı Arap ülkeleri arasında diplomatik ilişki tesis edilmesi, Türkiye ile muhtelif ülkeler arasında ilişkilerin düzeltilmesi amacıyla adımlar atılması, Suriye'de Esad rejiminin uluslararası camiaya geri dönmesine yönelik gelişmeler yukarıda çizilen çerçeveye girebilecek örneklerdir.
Ülkeler arasındaki ilişkilerde, aşılması mümkün olamayacak gibi görünen sorunlarda bile şartlar mecbur ettiğinde bir orta yol bulunabiliyor. Özellikle kararları tek başına alabilen bir otoriteye sahip yöneticilerin idaresindeki siyasi sistemlerde, bozuşma ve barışma hamleleri çok seri, dönüşler çok keskin olabiliyor.
Türkiye'nin özellikle son yıllardaki dış politikası iktidar yanlıları arasında dahi eleştirildi. İktidar da nihayet sıkıntının varlığını kabul etti ki, Orta Doğu'da İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Mısır gibi ülkelerle, batıda da ABD ve AB'yle mevcut sorunları mümkün olduğunca giderebilmek, en azından nötr bir noktaya gelebilmek için kolları sıvadı.
BAE'yle, özellikle ekonomik çıkar temelinde bir uzlaşı sağlanabildi. Mısır ve İsrail'le ilişkilerimizde olumlu yönde kımıldamalar yaşandı, ama bu iki ülke daha ağır adımlarla gitmeyi tercih ediyorlar.
Her halükarda, Türkiye sempati hamlelerini sürdürüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan birkaç gün önce Türkiye'deki Yahudi Toplumu ve İslam Ülkeleri Hahamlar İttifakının temsilcilerini kabul etti. Basından okuduğumuza göre, misafirlere İstanbul'dan Ankara'ya gelişlerinde uçak tahsis edilmesi gibi jestler yapılmış, görüşmede Türk-Yahudi ilişkilerinin tarihi gelişimine dair çok olumlu ifadeler kullanılmış ve"Türkiye- İsrail ilişkileri bölgemizin istikrarı ve güvenliği bakımından hayatidir" denilmiş. Yani, çok yakın zamana kadar terör devleti olarak anılan İsrail, bu kez, istikrar ve güvenlik ortağı namzedi olarak tanımlanmış.
Öte yandan, İsrail'le siyasi ilişkilerin gergin olduğu dönemde dahi, maddi ve ticari boyutlu faaliyetlerin çoğunlukla hız kesmediğini, iki ülke arasındaki 2020 yılı ticaret hacminin 6.2 milyar dolar olarak gerçekleştiğini, THY'nin İsrail'e günlük seferlerinin sürdüğünü ve Türkiye'den Orta Doğu'ya mal taşımacılığının kayda değer bir bölümünün İskenderun'dan İsrail'in Hayfa limanına ro-ro seferleriyle yapıldığını da gözden kaçırmamak gerek.
Genel tanımıyla Batı'yla ilişkilerimiz açısından 2021 çok hayırlı bir yıl olmadı.
Türkiye'nin, hem AB, hem de ABD'yle ilişkileri sağlıksız. Türkiye ve bu iki aktör bir çok konuda birbirlerinden karşılıklı şikayetçiler ama birbirlerini de tamamen kaybetmek de istemiyorlar. AB ve ABD'nin bu anlayışla, bu dönemde, Türkiye'yle ilişkileri belli bir mesafede tutma politikası benimsediğini görmekteyiz.
AB'yle ilişkilerimizde; tam üyelik konusu rafa kaldırılmıştır. AB, kendisini bire bir ilgilendiren Suriyeli sığınmacılar konusunda Türkiye'ye hem iltifat ediyor, hem maddi destek veriyor. Özellikle sivil toplum ve sosyal projelerle ilgili konularda da Türkiye'yi fonlarından yararlandırmaya devam ediyor. Yılda bir kez de Türkiye ile AB Komisyonu/Konseyi arasında en üst düzeyde resmi görüşme yapılıyor. Bu suretle, kamuoylarına hem ilişkimiz sürüyor, hem (karşılıklı) mesajlarımızı veriyoruz görüntüsü servis ediliyor.
Bu, sonsuza kadar gidebilecek bir ilişki düzeni değildir. Önümüzdeki dönemde ya taraflar samimi bir iradeyle tam üyelik konusunu raftan indirip canlandıracaklar ki, mevcut şartlarda çok zor, ya da şimdikinin daha çeşitlendirilmiş, zenginleştirilmiş bir türü olarak tasavvur edebileceğimiz tam üyelik olmayan yeni bir ilişki modeline yönelecekler.
Avrupa Konseyi'nin Bakanlar Komitesi'nin Kavala davası nedeniyle Türkiye için ihlal prosedürü başlatması da, bu yapının kurucu üyelerinden biri olduğumuz ve daha birkaç yıl öncesine kadar ne kadar önem verdiğimiz göz önüne alınırsa, nereden nereye dedirten hazin bir gelişme olmuştur.
ABD'yle ilişkilerimiz de esas olarak sıkıntılı konuların gölgesinde ve stratejik ortaklıkla bağdaşmayan, anlamlı somut sonuçlar üretmeyen, karşılıklı güvensizliğe dayalı bir ilişki türü temelinde yürüyor. Devlet başkanları düzeyinde görüşme gerçekleştirilmesi, çok uzun bir süre sonra ilk kez Dışişleri Bakan Yardımcıları düzeyinde siyasi istişarelerin yapılması, bir çalışma grubu oluşturulması ve savunma alanındaki yetkililerin görüşmeleri, ilişkilerin bu durumuna dair gerçeği değiştirmiyor.
Türkiye, Suriye'de, Libya'da, Azerbaycan'da ve başka noktalarda askeri yeteneklerini gösterdi. Türk SİHA'ları artık, küresel fenomen ve oyun değiştirici olarak sahnede yer alıyor.
Savunma sanayimizin geliştirilmesi partiler üstü, milli bir konudur. Türkiye'yi bugün yöneten iktidar değişse de, yerini alacak iktidarın mutlaka sürdürmesi gereken bir hamledir. Esasen, bugün bu alandaki sevindirici gelişmeler, yıllar öncesine uzanan bir sürecin parçasıdır. Savunma sanayinde bugün kaydedilen gelişmelerin altyapısı, savunma sanayi kültürüyle, insan kaynaklarıyla, Aselsan, Havelsan, Roketsan gibi kuruluşların teşkiliyle, 1970'lerden, 1980'lerden itibaren oluşturulmaya başlanmıştır.
Savunma sanayindeki gelişmelere mukabil silah ve mühimmat ihtiyacımızın önemli bir kısmını halen dışarıdan tedarik etmek zorundayız. Ancak bu konuda geçmiş yıllarda da yaşanan sıkıntılar devam etmekte. ABD, Kanada, Almanya gibi, hepsi NATO müttefikimiz olan ülkeler, ihtiyaçlarımızın tedarik edilmesinin önüne, çeşitli nedenlerle, yasal ve idari engeller koymaya devam ediyorlar. Bu ülkeler, bu tutumlarıyla bir NATO müttefikini zora koştukları gibi, Türkiye'yi alternatiflere yönelmeye zorluyorlar ve kendilerine de zarar vermiş oluyorlar.
Türkiye'nin savunma alanındaki en önemli hamlelerinden olan F-35 projesine katılımı bu yıl rencide edici bir şekilde gelişti. Ülkemiz program dışında bırakıldı, maddi kayba uğradı, parasını ödediği uçakları dahi teslim alamadı. Ayrıca, komşularımız dahil, çeşitli bölge ülkelerinin F-35'leri filolarına katmaları veya katacak olmaları askeri dengeler bakımından aleyhimize bir gelişme teşkil etti.
Savunma Sanayi Müsteşarı "F-35'in aslında uçan bir bilgisayar olduğunu, kullanmamızı istemedikleri zaman kullanamayacağımızı" söyleyerek, "alamamak hayırlı oldu" demeye getirdi. Bu beyan teknik anlamda yanlış olmayabilir ama F-35'in bu kadar olumsuz özelliklerini her şey olup bittikten sonra mı fark ettik? Madem öyleydi programa niye girdik? Araştırıp soruşturmadık mı? O kadar parayı niye heba ettik? ABD'de kalan paralarımızı ve uçaklarımızı kurtarmak da bedava değil, avukatlara, lobicilik firmalarına bu amaçla yüklü ücretler ödenecektir. Özetle, ortada ciddi bir mesele var ve kılıf uydurmakla giderilecek türden değil.
Yunanistan'ın uluslararası arenada sikletinin çok üzerinde bir konuma geldiğini izliyoruz. Yunanistan esas olarak, Türkiye'nin hatalarından yararlanarak ve fırsatları değerlendirerek bu "başarıyı" yakalamıştır.
Doğu Akdeniz Gaz Forumu, İsrail-Yunan-Rum ittifakı, Yunanlıların Arap ülkeleriyle, ABD'yle, Fransa'yla ortaklıkları, Türkiye'yle ikili meselelerini AB-Türkiye meselesi haline getirebilmeleri ülkemizin aleyhine gelişmelerdir.
Yunanistan, Fransa'yı da Doğu Akdeniz'de peşinden sürükleyip Türkiye'nin karşısına çıkarabilmiştir. Bu meselede yer alan ülkeler (GKRY hariç) NATO üyesi olmasaydı, itişmeler çatışmaya dönüşebilirdi.
Konunun bu boyutu, Türkiye'nin NATO üyesi olmaması halinde, karşı karşıya kalabileceği dezavantajlı durum itibarıyla, zaman zaman şahit olduğumuz NATO üyeliği ülkemiz için iyi mi değil mi tartışmaları açısından da önemlidir.
Türkiye ile müttefikleri arasındaki sağlıksız ilişkiler Rusya'nın ekmeğine yağ sürüyor. Bu ülkeyle Suriye'den Azerbaycan'a, Libya'ya Kafkasya'dan Orta Asya'ya birçok noktada yollarımız kesişiyor ve çoğunda karşıt istikametlerdeyiz. Nükleer santral, enerji nakil hatları ve hava savunması gibi stratejik konularda işbirliğimiz bulunmakta. Turizm denince de akla ilk Rusya geliyor. Dolayısıyla, Rusya'yla pratik nedenlerin de bir anlamda mecbur kıldığı bir işbirliği ilişkisi bulunması doğaldır. Ama Rusya her anlamda tahrip gücü yüksek bir ülkedir. Müttefikleriyle iyi ilişkilere sahip bir Türkiye'nin, bu Rusya karşısındaki konumu daha güçlü olacaktır.
Karabağ'daki zafer bir fırsat penceresi açtı ve Türkiye ile Ermenistan arasında yine bir süreç başlamasına vesile oldu. Bu sürecin, bu kez, Azerbaycan'la çok yakın istişare içinde yürütüldüğü anlaşılmakta. Önümüzdeki dönemde bir hadise yaşanmazsa ve özellikle Ermeni diasporasının bağnazlığı engel oluşturmazsa, Ermenistan'la bir anlaşma yapılması mümkün gözükmekte.
Türkçe konuşan ülkeler olarak yola çıkan yapının geçtiğimiz Kasım ayında İstanbul'da "Türk Devletleri Teşkilatı" adını alması ve uluslararası arenada anlamlı bir oyuncu olmaya aday hale gelmesi, bu aşama itibarıyla Türkiye'nin başarı hanesine yazılabilecek bir gelişmedir.
Suriye'deki kriz, özellikle sığınmacılar boyutuyla, Türkiye'de iç siyaset konuları arasına girmiştir. Bu konu, iktidarın heybesindeki en ağır yüklerden biridir. Seçimlerde oy getirebilecek veya kaybettirebilecek bir hal almıştır. Dolayısıyla, önümüzdeki yıl Suriye yönetimiyle ilişkilerde bazı hareketlenmeler yaşanmasını sürpriz olarak karşılamam.
Türkiye'nin dış politikasında uzun süredir, ciddi bir sıkışmışlık yaşanmaktaydı. Bunun üstüne pandeminin olumsuzlukları ve ekonomik alanda yaşanan çok ciddi sıkıntılar geldi.
Bu şartlarda ve yaklaşan seçimlerin de etkisiyle, uluslararası ilişkilerde mümkün olduğunca kötü değil, mümkün olduğunca iyi ilişkilere sahip olmanın önemi ve getirisi hatırlandı. Bu çerçevede, arayı düzeltme girişimlerinin yoğun olduğu bir yıl yaşandı.
Aramızda sorun bulunan ülkelerle, gerginliklerin giderilmesine, ilişkilerin iyileştirilmesine/düzeltilmesine yönelik adımlar atılmaya başlanmış olması olumlu bir gelişmedir.
Ancak öte yandan, ilişkilerin nasıl ve niçin bu noktalara geldiğinin, ne gibi kayıplara yol açıldığının sorgulanması da, birçok diğer hususun yanısıra, dış politikanın başarılı veya başarısız olduğunun değerlendirilmesi bakımından gereklidir.
2022'de dış politika, iç politika, güvenlik ve ekonominin iç içe geçtiği gayet faal bir yıl beklenebileceği vurgusuyla, okuyucuların yeni yılını şimdiden en iyi dileklerle kutluyorum.