Kente tepeden bakan bir noktadan görülüyor şehir. Kar taneleri, güvenlik kamerasının önünden aceleyle geçiyor, sanki kaçmaya çalışır gibi telaşla uçuşuyorlar. Sabahın o saatinde uzaktan ışıl ışıl görünen Maraş, soğuk bir şubat gecesini yaşıyor. Sonra ışıklar hareket etmeye başlıyor birden, sağa sola, aşağı yukarı, gidip gidip geliyorlar. Sallanıyor koca şehir. Karanlık, dalgalı bir denizde ayakta kalmaya çalışan dev bir gemi gibi, iniyor çıkıyor, alçalıp yükseliyor Maraş. Sonra ışıklar önce birer birer ardından topluca sönüyor.
O an Diyarbakır'dan Hatay'a on bir şehir, tıpkı Maraş gibi hırçın bir denizde amansız dalgalara tutulmuş, yıkılıp kalmış meğer. Ve gün feryatlarla, ağıtlarla ağarıyor Anadolu'nun bağrında... Yıkılmış evlerden, binalardan gelen yardım çığlıkları, enkaz başlarından yükselen ağıtlara karışıyor. O ağıtlar ki, acıyı duyulabilir, görülebilir, dokunulabilir hale getiriyorlar. Gidenleri geri getirebilme gücüne sahiplermişçesine medet umuluyor onlardan. Israrla, tekrar tekrar, yürekler yana yana söyleniyor ağıtlar.
Ağıtlar... Anadolu'nun fon müziği. Göklere ağan çaresizliğin sesleri. Yanmış sinelerin, kederlerine dağları taşları, dereyi tepeyi, börtü böceği ortak eden büyük avazları. Bin yıldır dertten, kederden, çaresizlikten sarsılıp duruşun sindiği, toprağı acı acı kokan Anadolu'nun yüksek sesle iç çekişleri...
"Maraş'tan bir haber geldi"; yıkıldı evler, ocaklar söndü. Kimi uykular dehşetle bölündü, kimi uykular sonsuzluğa uzadı. Kalanlar uyuyanlara beyhude seslendi; "Uyan annem uyan, başımıza neler geldi."
Oysa sabahına uyanabileceğimiz bir memleket isterdik; taşın toprağın üzerimize yığılmadığı, acı feryatların göğe yükselmediği. Yorularak yaşamak, canı yanarak ölmek... Bir memleket yaşarken yorar, can verirken bile can acıtır mı?
Memleket istiyoruz, bizi artık yormasın, canımızı böyle yakmasın. Memleket isteriz, umudu, sevinci yıkıntılar altında aratmasın. Analar babalar, acıdan büyümüş kocaman elleriyle enkaz kaldırmaya çalışmasın. Betonlar can parçalarımızla aramıza aşılamayacak duvarlar örmesin.
Bir ağıttır ki bitmiyor hiç; ağıyor göğe, uzuyor, uzanıyor, gitmiyor bir türlü, dönüp duruyor bu topraklar üzerinde. Oysa memleket isteriz, hep acıda buluşulmasın, birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyulan günleri az olsun. Anneler çocuklarını zamansız bırakıp gitmesin. Hele çocuklar annelerinden önce ölmesin, hiç olmazsa biraz sıra gözetsin ölüm. Ama işte yine savrulup gitti ömürler. Yerine konamayacak kadar büyük kayıplar, cevabını kendisi veren küçük bir soruya sığdı: "Birkaç damla yaştan gayrı nem kaldı?"
Memleket isteriz, kader nedir, yeniden yazılsın. Memleket isteriz, kayıpların ardından bir yaşama nedeni bulunabilsin. Memleket isteriz, bir gece yarısı şehirlerin ışıkları aniden sönmesin.
Şimdi depreme tutulmuş şehirler misali bir sağa bir sola savrulup, ellerini böğrüne vurarak yine ağıtlar yakmak kalıyor geride kalanlara; "Gitti canımın cananı, ay le canım, vay le canım, oy canım…"
Ömer Sercan kimdir? Ömer Sercan 1974'te Bursa'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Eskişehir ve Bursa'da tamamlayarak İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nden mezun oldu. Öğrencilik yıllarında İstanbul Üniversitesi Fotoğrafçılık Kulübü'nde başlayan uğraşını zamanla bir mesleğe dönüştürerek ulusal gazete, dergi ve TV kanallarında muhabir/editör olarak çalıştı. Türkiye'nin önemli medya kuruluşlarında muhabirlik/editörlük, farklı içerikteki TV yayın ve yapımların program danışmanlığı, metin yazarlığı ve yayın editörlüğünü üstlendi. Çok sayıda tanıtım/ belgesel/reklam filmlerinin senaryo/metinlerini yazdı. Türkiye'yi şarkılardan dinlemeye ve yazmaya devam ediyor. |