-Gezi’den Sonra -6-
Türkiye, Doğu ile Batı’nın kavşağında yer alır.
Bizden Doğu’ya doğru gittikçe İbrahimî dinlerin belirgin basıncını ve kısıtlayıcı etkisini gündelik hayatın üzerine örtülmüş bir şal gibi yaşarsınız. Keza, bizden Batı’ya doğru gittikçe de, “Otuz Yıl Savaşları” sonrası gitgide gövdelenen sekülarizmin gündelik hayat izleri artarak yaşantı kurucu işlevi üstlenir.
Türkiye’nin son on yılına etkin biçimde damgasını vuran din referanslı neo-liberalist iktidar biçiminin bu derece şaşırtıcı, yalpalatıcı etkiler ortaya koyarak siyaset üretmesi de, bu kavşakta yer almanın bir sonucu sayılmak gerekir.
Adalet ve Kalkınma Partisi, bir yandan periferide tıkanmak üzere stoklanmış bir enerjiyi açığa çıkartırken, bir yandan da trans-national (ulus-ötesi) sermaye hareketleriyle uyumlu bir tabiyet (bağımlılık) ilişkisi geliştirdi.
Bunda, din referanslı siyasetin, ulus devlete karşı ürettiği arkaik reflekslerin payı, elbette azımsanamaz. Bir bakıma, ulus devletin ümmet/cemaat teorik ekseninde zayıflatılması, aynı zamanda neo-liberalist ekonomik politikayla da sürprizli bir buluşmayı sağlıyordu.
Türkiye’de on yıla damgasını vuran hükümetin, ulus-ötesi finans-kapital ile kurduğu bağımlılık ilişkileri, modern sonrası kapitalist dünyada hayranlık uyandırıcı bir etki yarattı başlangıçta.
Bilhassa, ekonomide pay sahibi olan Ordu’nun (TSK) etkisizleştirilmesi süreci yaşanırken, Türkiye’de demokrasi kurallarının işletilmesi önceliğiyle akıl yürüten liberal ve sol-liberal kesimlerden de, güçlü bir sinerjik destek aldı AKP Hükümeti.
Çok etnisiteli, her biri derin tarihsel köklere yahut travmalara sahip toplulukları barındıran bir coğrafyada, üstelik sert bir düşük yoğunluklu çatışma uzun bir döneme damgasını vurmuşken, yorgun bir toplumu küçük ölçekli sermaye destekleri ve devrim hacminde sermaye yer değiştirme hareketleriyle cezbeden AKP Hükümeti, bir tür ezber bozma goşizmine (gaucheisme) yakalandı.
Bu goşist eşik, esasen 12 Eylül 2011 referandumu sonrasında, sacayağının (yasama-yürütme-yargı) goşizme direnen ayağını (yargı) yeniden dizayn ettikten sonra aşıldı ve AKP Hükümeti, dramatik özgüvenine kavuştu.
12 Eylül askeri rejimiyle yeniden dizayn edilen Yüksek Yargı zincirinin baklaları dağıtılıp yeniden toparlanırken, bir bakıma, 33’lük kunt bir tesbihin ipi kopartıldı, düşerken ufalanan baklalar 99’luk minyon ama uzun bir tespihe yeniden dizildi.
12 Eylül rejimi öylesine belalı bir kabadayı zortlamasıydı ki, başlangıçta bu yeni dizilişi de çoğunluk fazla yadırgamadı. Mehmet Altan’ın “2. Cumhuriyet” önermesi kadar küfür vesilesi edilmiş Hayko Bağdat’ın “Yetmez Ama Evet” şiarının, yarılmada günah keçisi yapıldığı bir evreye de böyle vasıl olduk.
Akıl bir kere tutulmuştu ve AKP Hükümeti bu tutulmayı bir averaj vesilesi yapmaya niyet etti. “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” diye bir kalıp lafımız da vardır. Arkadaş yerine Danışman dediğimizde “Sözcü”ye ısrarla yalan söyletenlerin algı yaşı da ortaya çıkar.
Doktor Göebbels “yalan teorisi”ni üretirken mevcud olmayan iletişim enstrümanlarının, bu zamandaki etkisini hesaplayamayan “Sözcü”nün “Arkadaş”ları, belki, bir intiharı ilk defa karikatürize ederek tarih yazdırdılar.
Dilinde “Kırk katır mı kırk satır mı”lar, “Şeriatın kestiği parmak acımaz”lar, “Söz gümüşse sükût altındır”lar barındıran bir kültürel genetik ise, giderek gövdelenen monizme, pro-faşist iktidar etme biçimine, demokrasi paradigmasının bir algı ayağını 12 Eylül rejimine oturttuğu için, uzun süre ikna olamadı.
Neredeyse iki yüz yıllık Doğu-Batı çatışması ile yarılmış zihinler için, kendi durumunu karşıtı üzerinden okumak o kadar olağanlaşmıştı ki, bu paradigma sapması da bir o kadar olağandı, kim bilir.
AKP Hükümeti’nin tek “Sözcü” ile ifade bulan cazibesi, karşıt(lar)ını sürekli küçümseyerek, itibarsızlaştırarak varolabileceği yanılgısına da, 12 Eylül (2011) dramatik özgüveniyle ulaştı.
Orwell’vari bir disütopyaya inanıp, hem Big Brother hem Sevgi Bakanı olmaya soyunan “Sözcü”, kantarın topuzu karşısında çaresiz kalırken, ulus-ötesi dönemde iç siyaset popülizmi ile gidebileceği mesafeyi ölçmeyi aklının ucuna bile getirmedi.
Gezi’nin AKP Hükümeti tarafından bir türlü okunamaması da bu ölçü bilmezliğin tabii bir sonucu.
“Daş” sonekinin bitişebileceği en şahsiyetsiz “yan”da biriken ifrazatın, direnişçilere “Batıcılar” demesi boş yere değil elbette. Demonik yakıştırmalarla bir savunma hattı oluştururken, “yan”dan “daş”lanmışların, varolma savaşı için cephe açmaya çalışmaları da anlaşılabilir bir durum.
Anlaşılmaz olan, acemi bir şair adayının, annesinin sözlerine inanarak kendisini piyasaya salıvermesi benzeri bir sandık histerisi.
Vefa Tarhan dururken, bir T24 yazısını ekonomi analizine bağlamak tabii benim harcım da tabbım da değil. Nedir, bu hükümeti kim, dış ticaret hacmiyle çatışan cari açıklı, geometrik artan dış borçlanmalı, sıcak para akışı için Euro çöküntülü konjonktür havuzuna ittiyse itti; ama şimdi piranhaları görmeden suda cıbı cıbı yapmanın sonunun geldiğini de bencileyin söyleyebilirim.
AKP Hükümeti, “kuruluş paradigması”na, züccaciye dükkânına dalan sakar misali müdahale etti. Esasında iyi de oldu.
En kötü ihtimalle bir “Ağır Abi” gelir, duruma vaziyet eder, ben de muhallebi çocuğu kıvamında yaşar giderim, diye düşünen “potansiyel yurttaş”ı “dürttü”.
Belki, iki yüz yıla yakın zaman sonra Doğu-Batı ikilemi ile hesaplaşabileceğimiz bir zemin de artık kullanım değerini haiz, önümüzde duruyor.
Ne Kürt halk hareketinin, ne Gezi’de korkusuzluğu tadan anne ile çocuğun, ne demokrasinin sadece demokrasi lafzı olmadığını artık hücrelerinde hisseden liberal ve sol-liberallerin, ne de adaletsizliğe direnmenin bir askeri darbe istemek olmadığını kavramaya başlayan sessiz çoğunluğun önünde “ama”lı tıkaçlar var bugün.
AKP Hükümeti’ne ve münhasıran “Sözcü”süne kendi payıma teşekkür borçluyum. Bir batınî savaş ancak bu kadar faydalı olabilirdi memleketim insanına. Üsküdar ile Beylerbeyi’ni bağlayan sakil altgeçide “nefret ediyorum” yazan anonimayı tedavi ediyorlar çünkü. Belki sert bir metotla, Freud öncesi psikanaliz ile, Genç Werther’e mesnetsiz öykünerek, ama işe yarıyor.
Doğu ile Batı’nın kavşağında bir evreyi daha atlatıyoruz. Kısa ve cılız bir pro-faşist parantezden geçeceğimiz de öngörülebilir. Nedir, AKP Hükümeti artık kimsenin gözünü korkutmuyor.
“Gitmekte olan”ı görebiliyoruz da, gelecek olana hâlâ hazır sayılmayız, o başka.