Soyismini Gazi’nin koyduğu saray artığı bir sülâleden geliyorum. Dedemgilin bildiği tek iş, elindekini avcundakini satmaktı. Cumhuriyete devrolmuşların pek çoğu gibi, yiyip içme ve gülüp söyleme konusunda uzmanlaşmış, hırs tanımayan bir aileydiler.
Babam belki bu yüzden mülkiyet karşıtı bir Cumhuriyetçiydi ve bilebildiğim zamanlarda Türkiye İşçi Partisi’ne oy vermişti. Gündelik hayatta ise, iyi bir aile ferdi olmak ona yetiyordu.
Cumhuriyetin mefkûrelerini bilip de abartmayan bir çekirdek aileydik. En sağ kanadımız, tutkulu bir İsmet Paşa sevgisi barındıran ve daima Cumhuriyet Halk Partisi’ne oy veren annemdi. Özgürlük ve Dayanışma Partisi’ni kurduğumuzda, bir kerelik desteklemişti, o başka...
Gereğini dedemgil yerine getirdiğinden ve babama onlu yaşlarında Haydar Rifat tercemesinden Lenin okumak düştüğünden olsa gerek, hiçbir zaman mülk edinmedik, para biriktirmedik ve düzgün yaşadık.
Çalışarak, üreterek yaşamanın erdemine inanmak değildi bizimki; aksini hayâl bile etmemekten gelen tasavvur fukaralığıydı. Mesleklerimiz vardı, onların hayatta karşılıkları da vardı.
Önce hak eder sonra elde ederdik.
24 Ocak 1980 senesine, yani her yüz lirası olan bir anda elindekini yirmi bir lira olarak görene kadar da, bu emniyetimizi korumuştuk. Babamı, kılıçtan keskin yaşadığım günlerde bile endişeli görmemiştim, o güne kadar...
Türkiye Cumhuriyeti’nin, yani bendenizin nâçizane “Hâlâ Mümkün” olduğunu iddia ettiğim o güzel tasavvurun, 1920 Meclisi’nin, 1921 Anayasası’nın, Medenî Kanun’un, Köy Enstitüleri’nin, köktendevrimci moderniteye dâhil olmakla birlikte kültürel coğrafyasındaki ilk “seküler” deneyimin memleketi bir gün hâl yoluna girerdi, emindik.
Ben bir ara kendi ruh hâlime enikonu inanmıştım. Bugün de koruduğum o ruh hâli, kırlardan şehirlere doğru akacak Milli Demokratik Devrim’in mümkün olacağını söylüyordu bana.
Bugün farklı –hissetmesem de- düşünüyor olmamın, tarımdaki avatar bilginin çözülmesi, ziraatin küresel pazarda doğa dışına itilmesi ile ilişkisi var elbette ama yaş ve deneyimin payını da yabana atmamalı.
Gazi dönemi tek partiden çıkma girişimleri, “erken modernist” Abdülhamid’in anayasal monarşi çabalarını andırıyordu. Oysa, tarihe bir “günah keçisi” olarak yerleştirilmek istenen İnönü dönemi, sahih ve sahiciydi bu konuda.
Tarım ekonomisine, kısmen mütegallibeye, yeşermekte olan sanayi burjuvazisine dayanarak yükselen ve “Çıraklık Dönemi”ni demokrasi ve “elit karşıtırefah” vaatleriyle dolduran Demokrat Parti, oryantasyonunu tamamlamaya yüz tutmuş bir Türkiye’yi adımlar gibiydi.
Tâ,“Oryantalist Ustalık Dönemi” ilân ettikleri 1957 seçimleri sonrasına kadar...
Dünya Savaşı’nın ikinci merhalesinden çıkmış yeni dünyada, Nato ve Varşova dışında yeni pakt arayışları bir “Avrupa Evi” fikrini güçlendirmekteydi. O “Ev”in kapı ağzında Türkiye de vardı.
Nedir, 1957’nin “Usta”ları o meş’ûm “Asyatik Kibir” hastalığına kapıldılar. Memleketi, “bizimkiler” ile “bizden olmayanlar” arasında bir arenaya çevirmeye soyundular. Yaşı yeten k’ari, benim sonra makara bantlardan dinlediğim “Vatan Cephesi’ne İştirâkler” konulu radyo yayınlarını hatırlayacaktır.
O sabah babam niye ağladı, diye sormuştum anneme. Babamın bilebildiğim ilk ve tüm zamanlarındaki iki ağlamasından biriydi, demek velêd hâfızama girip kalmış. 17 Eylül 1961’miş, üç buçuk yaşındayım demek.
Herhalde o günlüğüne geçiştirdiydi, sonra anlattı annem. Sevmediği Adnan Menderes, kızdığı Fatin Rüştü Zorlu ve sevdiği Hasan Polatkan idam edildiği için, içine hiçbir zaman sindiremediği bu ihtilâl intihâline ağlamış o sabah güzelim.
Demokrat Parti’den sonra bir Türkiye oldu. Üstelik, tüm zamanların en fuzûlî uzunluktaki ve hayli özgürlükçü Anayasa’sını da bu Bismarc’yen kültürde, bir ihtilâlin ardından edindi. Şu, “Bize bol geliyor,” diye Demirel’in hep devletçi hayıflanmalarını teksif ettiği Anayasa yani...
Bu yazı sürecek. Hemen başlığa dönüyorum o yüzden. Adalet ve Kalkınma Partisi’nden sonra da bir Türkiye olacak.
İçinde durulan günden gelecekteki ideale tasavvur köprüsü –yani ideoloji oluşturma gücünden mahrum siyasî aktörlerin hepsi gibi, AKP de misyonunu eriyerek kapatacak.
Ne Demokrat Parti’nin “itiraz”dan öte bir hayâli vardı, ne Adalet ve Kalkınma Partisi’nin var. Sermaye transferi konusunda ise, cengâverliklerine diyecek yok. Haftaya Anavatan Partisi’ne de bir göz atarız.
Bugün bir “Çıkar ve İhale Partisi” kurulsa ve toplumdaki alt-yaygın referanslardan bir tanesini etkili biçimde kullanmaya başlasa, esas iktidar kavgası da başlar.
Yani; Adalet ve Kalkınma Partisi gittikten sonra bir Türkiye olacak da...
Zengin, kendisini daha fazla zengin olmaktan alıkoyacak frene sahip değildir. Yoksulluğun ağır kokusunu nefesinde hissederek gelen yeni-zenginler için ise bu fren imkânsızdır.
Konumuz da bu “fren” esasında.
Ya kanla yıkanmış bir “tepelemeciler” ülkesi –ki o ara biz de tepelendiğimiz için görüp yazma şansımız olmayacak...
Ya da diğerini kendisi kadar değerli sayan, kullanmayacağı hiç bir mala sahip olmayı aklından bile geçirmeyen, sevdiğine sevdiğini söylemekten imtinâ etmeyen, bir tank yapıp adını Altay koymayı hayâl bile etmeyen “insan”ların Türkiye’si –ki yeterince istersek neden olmasın.
Türkiye’nin “gaz”a değil “fren”e ihtiyacı var.