2000’lerin ortalarında bir dizi yazı yazmıştım. Bu yazıların üst başlığı “Cinnet Alâmetleri” idi.
Tuhaf olan kanıksama hali herhalde. Bunca alâmetin içinde bir cinnete tanıklık etmenin “hayatta kalma içgüdüsü” galebe çalıyor olmalı.
İlk yazıdan bir alıntı yapmama müsaade edin lütfen:
“Werner Herzog’un 1976 tarihli Herz aus Glas (Camdan Kalp) filminden çıktığımda, sene 1984 olmalı, bu deneyimin bir daha aklımı rahat bırakmayacağını hissetmiştim. Oberhausen kuşağına eklemlenen “Yeni” Alman sinemasının en önemli adamlarından Herzog, bir erken kapitalizm metaforu olarak kurguladığı filminde, geleceği söyleyen meczûb/kâhin üzerinden “toplumsal cinnet”i anlatıyordu.
Kısaca, Orta Avrupa’da, manüfaktür (işbölümüne dayalı işbirliği) döneminde, yakut rengi kristal cam üreten bir kasabada geçer bu film. Lonca geleneği üzere, imalat bilgisi/sırrı, kuşaktan kuşağa belli bir diziliş içerisinde aktarılmaktadır. İmalat sırrını teslim alan, onu ölümüne dek kendisinde ama kamu adına saklamakta ve seçilmiş diğer kişiye ölümünden sonra gene kamu adına bilgi/sır devredilmektedir. Yakut rengi kristal cam, bütün kasabanın yegâne üretimi, geçim kaynağıdır ve sırrı teslim alıp üretimi sürdüren adam günün birinde, doğaldır,ölür. Ritüel ve ekonomi gereği, formülü teslim alacak olan yeni adam kasayı açar ve formül kasadan çıkmaz.
Sonra? Kasaba ve kasabalı adım adım delirir. Ölen adamı mezarından çıkartıp, kafatasını açıp bilgiyi / formülü aradıkları sahne ise, filmin doruk noktasıdır.
Bütün bunlar olur iken, yan tema kesintisiz sürer. Kasabanın dışında bir nehir vadisinde yaşayan meczûb/kâhin, bize bir yüzyıl sonrasını anlatır film boyunca, yani asıl kapitalizmi ve bir “ara sistem”in tasfiye edilişinin bütün gerekçelerini...
Yirmi küsur yıldır hafızamda taze duran bu film, birçok olguya bakarken kıyas nesnemi de oluşturdu. Elbette, kitlelerin delirmesi üzerine sayısız örnek üreten bir çağın, yirminci asrın çocuğuyum.
Yüzyılın zarif sosyalistlerinden M. Mitterand’ın Çad’a ve Yeni Kaledonya’ya kolonyalist Fransız ordusunu sürüşünü de gördüm, Ruanda’da bir milyon insan soykırıma uğrar iken, kâtil/maktûlleri yöneten zarif beyefendi ve hanımefendileri de.
Germenlerin kendi mitolojilerine cehaletle âşık olması gibi son kertede tanıdık bir Alman faşizminden tutun, Diyarbakır Cezaevi’ne kayıtsız kalan bir toplumun bir türlü omurgasını dikleştirememesine, sayısız tanıklıktan geliyoruz ne olsa.
Sabra ve Şatilla kamplarında olup biteni bütün dünya bir eşcinsel Fransız hırsızdan öğrendiydi, hatırlarsınız. Jean Genet o kamplardan birine, Şatilla’ya giren ağzı ve burnu gazlı bezle tıkalı ilk gazetecilerdendi ve biz insan denilen mahlûkun ne olduğunu bir kez de orada test etmiş idik, 1982 güzünde.
Söz her zaman olduğu gibi dağılma tehlikesiyle karşı karşıya. Öyleyse murâda gelip başlayalım. Mesele, Türkiye Hâlâ Mümkün diyen bir adamın çıplak gözlemleri ile bir tımarhaneye dönüşme eğilimindeki ülkesinin ânlarına bakmasından ibaret ve al gözüm seyreyle.”
Aldı gözüm kâh faltaşı gibi gözlerle izledi olup biteni, kâh tam içinden bir belge kamerası oldu. Bir hafta kadar tutulup kaldığım oldu, son haftaki gibi, tiksinti tadı aklımı bulandırdı.
Milyonlarca insanın konuştuğu bir dilin “bilinmeyen dil” sayılışını da kimbilir kaçıncı kere gördüm, akıl insaf tanımaz bir aymazlıkla dere yataklarına zevksizlik anıtları dikmenin çığlıklarını da işittim.
İkinci şehrim Samsun’un Canik’inde, işleneceğini herkesin bildiği bir cinayete eşlik eden billboard’un çirkin ironisine gülmek, savunma refleksi içerisindeki bir yerel yöneticinin “Dört kişinin içinde olduğu bir araba da sel suyuna kapıldı,” derkenki anasının rahmine haklı düşme sendromu yüzünden –iyi ki- mümkün olmadı.
Başbakan’ın Leyla Zana’yla görüşmesi öncesi çektirdiği fotograftaki uysal memnuniyeti beni de memnun etmedi değil ama “apartıman yöneticisi emekli paşa” üslûbuna karşı kızgınlığımın tam olarak hafiflediğini söyleyemem.
Suriye’yle yüksek gerilim politikasının “men dakka dukka” ağır bir cevapla karşılanmasının ardından, tam dış politikada üslûp yakalanıyor derken, “angajman değişikliği” tehdidiyle yaratılan atmosfer de alâmetleri besler nitelikteydi.
Cinnet alâmetleri art arda dizilirken, bilinebilen en büyük cinnete bir sınır dalaşı mesafesinde duruyor olmamız ürküntü ötesindeydi. Enver’de gövde bulmuş Jön-Türk siyasetinin paranoyak saldırganlığını yakın tarihinde deneyimlemiş bir milletin mensubu olmak hiç hayırlı duygular vermiyor insana.
Netice itibariyle sevgili okur, akıl ve sağduyu az biraz galebe çalmazsa, Türkiye Hâla Mümkün’ün yazarı, Savaş Partisi mensuplarına “Türkiye’yi size böldürmeyeceğiz,” deme inadını bir yana koyabilir.
Malûm, savaş bir bataklıktan çıkmanın son ve ümitsiz yoludur iktidar erki için. Bu yolun ağzında durduğumuzu bu yaz sıcağında umarım kimse aklından çıkartmaz.
Gönlüm felaketsiz bir başlangıçtan yana... ama bildiğim, ne türlü olursa olsun, yeniden başlayacağımız.