“Cool” bir Ege kasabasında, muazzam bir 18-19. Yüzyıl antika koleksiyonuyla taçlanmış bir otelin çatı odasının terasında, laciverdî denizle kırıştırıp durduğum için bahtiyar olduğumu zannetmeyin lütfen.
Ara ara kâbusa dönüştüğünü düşündüğüm bir sürecin, nice sağlıklı olduğunu fark etmenin bahtiyarlığı benimki.
Kırgınlık meselesine de geleceğim ama ilkin içimi saran şu kıpırtıdan söz açayım.
İstanbul Şehir Tiyatrosu’na intisab ettiğim 1976 senesi, tiyatrom bir devrim yaşıyordu; yeniden yapılanma devrimi: Yerinden Yönetim...
Acı kısmı da vardı elbette bu “devrim”in, Büyük Ustamızın geri döndürülemeyen küskünlüğü... Uzun ve tartışmalı bir hikâyesi var, ayrı konuşulmalı.
Muhsin Ertuğrul Usta’nın son ve nihaî ayrılışının akabinde, Ustamızı terk edişe zorlayan “Müdür darbesi” bertaraf edilmiş, Yerinden Yönetim Yönetmeliği Belediye Meclisi’nden geçmiş ve otonom bir modelin ilk adımları atılmıştı.
Harbiye, Fatih (Saraçhane), Kadıköy (KHEM), Üsküdar (Doğancılar) ve Tepebaşı Deneme Sahneleri, Moreno istatistiği ile kumpanyalaştırılmış (company) ve her sahne bir “Ekip Sanat Yönetmeni”ne bağlanmıştı o tarihte.
Kumpanyalarda yirmi ilâ otuz sanatçı yer alıyordu. Benim içinde yer aldığım, Zihni Küçümen yönetimindeki Kadıköy Sahnesi, ilk sezon beş oyun sahnelemişti. Bu oyunlar Harbiye Sahnesi ile dönüşümlü oynuyordu. Fatih ve Üsküdar sahneleri de, fiziki yapıları nedeniyle birbirleriyle dönüşümlüydü.
Gündüzleri Marangozhane olarak çalışan Tepebaşı Deneme Sahnesi ise gene fiziki yapısı nedeniyle dönüşüm dışıydı.
Tepebaşı Deneme başlı başına bir mucizeydi. Beklan Algan’ın hayal gücü, Büyük Ustamızın cesareti ile yaratılmış bir “Kara Kutu”ydu ve başta Beklan’ın yönettiği Cesaret Ana ve Çocukları ile Başar Sabuncu’nun yönettiği Bahar Noktası olmak üzerebir dizi başyapıta yataklık etmişti.
Başar’ın, hep birlikte tiyatrodan kovulduğumuz 17 Aralık 1980’i izleyen günlerde yaptığı “korsan prova”lar da ayrı bir yazı konusu elbette...
Evet, hasreti gün be gün artan kardeşim Hrant’ın dediği gibi, su çatlağını buluyordu –ki 12 Eylül faşizmi, ülkeyi olduğu gibi tiyatromuzu da darmadağın etti.
Darbeciler, tiyatronun başına iki numaralı Ustamızı, Vasfi Rıza Zobu’yu getirdiler. Vasfi Bey tiyatro sanatçılarından oluşan Yönetim Kurulu ile, tarihe, esasen hak etmediği kadar kötü bir nâm ile geçmesine neden olan icraatlarına başladı. İlk Yönetim Kurulu kısa zamanda dağıldı, çünkü Vasfi Bey Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan bile seri ve gayretliydi tiyatromuzu temizleme hususunda.
Bu da ayrı bir yazı konusu, Vasfi Bey’in ilk Yönetim Kurulu’ndan istifa eden Agâh Hün’ün, eşine yazdığı bir mektup var ki, bilinemeyenlerin hepsini bilinir kıldı. Sırası gelince yazarım.
Sırası her gelişinde söylediğim gibi, o vakit Devlet Tiyatroları Genel Müdürü olan Cüneyt Gökçer’i de sonsuz över, ismini kalbimin üzerine koyarım –bu da başlı başına bir yazı konusu-.
12 Eylül ile birlikte, bir kez daha su çatlağından kopartılmıştı. Tıpkı 27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta, sonrasında 28 Şubat’ta olduğu gibi.
İtiraz edenleri duyar gibiyim. Öyleyse, bin birinci kez ve sarahaten söyleyeyim: Benim darbem, senin darben olmaz. Köktürklerde su kutsaldı, benim için canlılar âlemi kutsaldır. Bu âlemde hizaya getirme kötülüktür, hiza istikamet almaise özgürlüğün bilgisi...
Size kıpkısa bir özet geçmeye çalıştım. Kendi otuz altı yıllık biyografik hikâyemden “ellilik” bir fotograf çektim. Üstü ancak bir kitap olur.
Bu travestik zamanda neden mi bu denli bahtiyarım? Çünkü sonunda su çatlağını buluyor. Çünkü sonunda eteklerdeki taşlar dökülüyor, ak koyun ile kara koyun kardeş olma şansını ediniyor.
Sonunda, kafa göz yara yara olsa da, bilgiyi hor gören bir zihniyet altyapısıyla yüzleşmeye başlıyoruz.
İlânihaye yüzleşmemeyi başaracağımızı sandığımız bir derinkin de kendisiyle yüzleşme imkânı bulacaktır bu yeni yolculukta.
Kim daimi bir kin ile enfâs-ı ma’dûde-i hayatı noktalamak ister?
Gelelim kırgınlık bahsine.
Yıllar yılı arkadaş bellediğim şair Mehmet Ocaktan, Star mevkutesinin 4 Mayıs 2012 tarihli nüshasında “Sanat, azınlık egosu değil, bir devrimdir” başlığıyla bir yazı kaleme almış. İstanbul Şehir Tiyatrosu ekseninde başlayıp yayılan tiyatro sorununa duhul eylemiş.
Ne Mehmet’in ne kimsenin fikrine saygısızlık ederim. Ama Mehmet’in Başbakan’ı arkalayarak yazdığı yazısında –bu arkalama meselesi de ayrı bir yazı konusudur- bir son bölüm var ki, okurken içim sıkıştı, Mehmet’e telefon ettim, kapatırken midem yanıyordu.
“Ayrıca bu ortodoks solcuların hakim oldukları dergilerde, yayınevlerinde, kültürel mekânlarda, İslami hassasiyete sahip şairlere, romancılara, hikâyecilere nasıl bir ayrımcılık uyguladığını, adlarını gizlemek için nasıl dillerinin tutulduğunu biz çok iyi biliyoruz.”
Şok!
“Seni kast etmedim,” diyen Mehmet’e, yazısına memur ettiği meselenin ön fotografında olduğumu söylemedim bile, çünkü biliyordu.
1980 kuşağı şairlerinin, iyi edebiyat ile ilgilenmeyi esas saydığını, ideolojik ayrımları bütünüyle ikincilleştirdiğini söyler dururum. Mehmet de, ilk kitapları ile bu kuşağın belirleyici yayınevlerinde yer almıştı, şiirleri ile de belirleyici dergilerinde...
Demek ki uzun bir yanılgı imiş benimki, bizimki.Mehmet de yalancıktan sarılıyormuş boynuma, ben onu sahiden kucaklarken.
Olsun. Gene de fevkalâde bahtiyarım... bu kırgınlık dahil.
Halı sevmem, kullanmam. Çünkü farkına bile varmadan altına bir şeyler iteler durursunuz.
Halılarının altını temizlemeye girişen herkesin hizmetçisi olmaya hazırım.