Nuray Mert gibi, entelektüel vicdanından kuşku duymadığım bir yazarın “izne ayırtıldığı” bir günde...
Onlardan çok var. Üstelik hiç beklenmedik gazeteciler arasından da çıkıveriyorlar. Bu gözler, Şeyh-ül Muharririn’in, kendisinden yirmi sekiz yaş küçük darbe generalinin elini öptüğü günü de gördü ma’lesef. Arkadaşlarımız arasından bile çıktı bunlar;kimi muarızımıza hayranlık duyabilme yeteneğimizi böyle böyle parlattık.
“Günlük Müstehcen”ler, her işkolunda bolca bulunur aslında. Ruhi Su, bir tiyatro ustamız için, “O müstehcen bir adam,” demişti. Evet, o ustamız bizi budamak için hayli ileri yaşında görev üstlenmiş, darbe hukukunu işletmeye gönüllü olmuştu ama yakıştıramamıştım gene de. Neden, demiştim Ruhi Amca’ma. Demli çayı kaynarken içmeyi seven arkadaş babası ustamdan,“Çünkü pornografi yalnızca cinsellikle ilişkili değildir,” cevabını almış, böylece hayli yol almıştım.
İstihcan’dan sıfat halini almıştır bu kelime, kökü de hücnet’tir. Ruhi Amca’mın zarif dokunmasıyla sözlüğe gittiğimi hatırlıyorum...
Hücnet: A.i. 1. Soysuzluk, karışıklık. 2. Bayağılık, aşağılık. 3. Kötü davranış. 4 Söz ve dil ayıbı, yanlışı...
İstihcan:A.i. Kötü görme. Çirkin sayma, çirkin sayılma (abç).
Buradan türeyen sıfat ise şöyle: Müstehcen: A.s. Ayıp, terbiyesizce, iğrenç.
Karşılıklar, babamdan intikal ettiği için en değerli saydığım Özön sözlüğünden.
Uludere katliamını on bir saat “görmeyen” gazetecilerden bahsetmiyorum burada. Onlar ayrı bir yazının, 1979 sonrası basınının konusu.
Halisane inanışla bir lidere, bir partiye, bir ideolojiye bağlanıp Canetti’vari bir “körleşme” yahut “kamaşma” yaşayan yazarlardan da bahsetmiyorum. Onların sevilmeyi hak eden çocuksu bir yanları olma ihtimali var çünkü.İstihcanda beis va’zetmeyen bir gazetede uzun yıllardır yazan iki arkadaşım var sözgelişi. Onlar samimiyetle demokrasi karşıtıdır, İslam Şeriatı hükümlerini idealize ederler. Onların gönül hanemde yeri büyük, çünkü samimiyetlerinden şüphe duymuyorum.
Nuray Mert gibi, entelektüel vicdanından kuşku duymadığım bir yazarın “izne ayırtıldığı” bir günde... Fikri olarak uzağımda duran Oda Tv yöneticilerinin, sınırlı da olsa hukuk okumuşluğumla hiçbir yere koyamadığım bir iddianame eşliğinde hapishanede tutulduğu bir günde... Yayımlanmamış bir kitabın yazarının, Ahmet Şık’ın, yayımlanmış bir karartılmış dava kitabının yazarı Nedim Şener’in neredeyse bir senedir hapishanede tutulduğu bir günde... Elime doğmuş küçük kızım, Birgün muhabiri Zeynep’in seçtiği haber konuları yüzünden parmaklıklar arkasına itildiği bir günde... Darbe içtihadına en yürekli direnişi serdetmiş Ragıp Zarakolu’nun, silahlı mücadeleyi reddeden Büşra Ersanlı’nın, kızkardeşim Ayşe Berktay’ın dama atıldığı bir günde...
Tam da retorik haline gelecek bir durum çekimi işte. Kimden bahsetsem diğeri eksik kalıyor, işte böyle bir günde, “Günlük Müstehcen” yazarların sayfa alması çok da olağandışı sayılmamak gerekir –ki öyle oluyor.
Sabahları gazete okuma alışkanlığımdan vazgeçemedim bir türlü. İnternet ortamı sayesinde, bu gazetelerin eve gelenlerini ikiye indirdim ama, on bir on iki gazeteyi okumadan da güne başlayamıyorum.Günlük yazı uçucudur, tarih vermeliyim, 14 Şubat 2012 tarihli Zaman gazetesi nüshasında, bu yazarlardan birisi, benim de aidiyet hissettiğim İstanbul Şehir Tiyatrosu’na, galiz, kelime anlamıyla müstehcen, kelimenin(abç) yaptığım anlamıyla “latan” duygular içeren bir saldırıda bulunmuş.
“Günlük Müstehcen” için gerçek yoktur, iddia vardır, bu Dr. Goebbels’ten bu yana böyledir. Söz konusu yazar da –ismini vermeyi ihmal etmişim, yukarı çıkıp düzeltme yapmaya gerek yok, burada söyleyeyim: İskender Pala– seyretmediği ve okumadığı kesin olan bir oyun üzerinden, yüzüncü yılına yaklaşan bir tiyatro kurumuna doğru, mecazen “kusmuş”. Bu arkadaş, üstelik Profesör unvanı taşıyor.
Goebbels ve ardılları, kitlelerin kışkırtılması, en alt ortalamalarda buluşturulup galeyana getirilmesi için strateji geliştirdi. Onlar için bir yalanın ısrarla tekrarlanması yeterliydi. Çünkü onlar kitleleri provoke etme üzerine mütehassıs olmuştu. Yalanda ısrarlı olmak üzerine bir sosyal pedagoji geliştirmişti Goebbels’giller.
“Günlük Müstehcen”ler ise, bu derece derinlikli değil. Yalanlarının sırıtacağını bile hesaba katmazlar. Logic hazırlıklar için yeterli mesaiyi harcamazlar. Çünkü onlar, stratejist değil, basit birer taktisyendir ve kendi “Günlük Müstehcen” yararları, ideolojik bağlanımınlarının çok üzerinde yer almaktadır.
İskender Pala’nın tarihini ve mecraını verdiğim yazımsısı üzerine konuşmaya, şimdilik niyetim yok. Gerekirse, elbette bu tuhaflık satır satır yahut kelime kelime değil, hece hece bozulur da, hâlâ bu soy yazılara inanan kimsenin olmadığına inanıyorum. Çünkü benim için bir çöp değil o yazı, olsa olsa keenlemyekûn...
Gene de, bu soy bir yazının verdiği ilhamı özetlemem gerekiyor: Cehalet, prim yaptıkça şımarıyor. Vakt-ı zamanında –habercilik zamanında-yazarının işsiz kalmasına neden olacak, fikri takipten mahrum yazılarla köşeler dolup taşıyor. Mesleğin esası olan habercilik itilip kakıldı senelerdir, şimdi gömülmeye çalışılıyor. Bir de, gazete patronlarının babaları da gazeteciydi eskiden ve gazetecilik bir meslekti.
Bu yazıya ilham veren “Günlük Müstehcen” başlığının bir oyunu da var. Marco Antonio de la Parra’nın yazdığı Günlük Müstehcen Sırlar, parlak bir metafor-metin ve iyi bir sahne üzeri. İstanbul Şehir Tiyatrosu yapımı. Hepinize seyretmenizi öneririm.