Filippo Tommaso Marinetti “fütürist manifesto”yu 103 yıl önce yayımlamıştı. Geçmişi silelim, diyordu. “Müzeleri, kütüphaneleri yok edelim. Şiddetin ve kötülüğün sanatı için bir araya gelelim”. Savaşa âşık bir adamdı Marinetti.
Marinetti İtalyan fütürizminin kurucusuydu. Yeni bir insan inşa etmek isteyen siyasal modernistlerin önemli öncülerindendi. Onu az sene sonra Rus fütürizmi izledi. Herkes yeni bir kültür yaratmanın peşindeydi o yıllarda.
Mussolini, siyasal rakibi Marinetti ile iktidarında uzlaştı.
Almanya, bu modernist arayışa bir genel seçimle katıldı. 1933 sonrası, bir Aryan histerisiyle buluştu 30 Yıl Savaşları’nın Bavyera’dan ateşini yakan Alman toplumu.
Adolf Hitler ve arkadaşları, meydanlarda kitaplar yakmakla kalmadılar, anarşist Alman bestecisi Richard Wagner’i baş tacı ettiler ve uzun yıllar süren bir anti-Wagner histerisini de yönettiler. Bir Tanhuser hayranı olarak öfkeliyim bu konuda.
Leni Riefenstahl gibi dehşetli bir yönetmeni ikna mı ettiler bilemem. Ama gotik eksenli bir estetik yaratmada en parlak katılımcıları Frau Leni idi. Mimarlıktan heykel sanatına uzanan başarılarını en fazla biz Türkiyeliler biliriz.
İstanbul Üniversitesi Merkez Bina avlusundaki tünikli Atatürk ve kitap okuyan iki öğrenci heykelinden tutun, İkinci Ulusal dönem mimarisine biz de enikonu etkilendik Alman ve İtalyan faşizminden.
Aynı yıllarda Fritz Neumark gibi bir devasa iktisatçının aynı üniversitede ders vermekte oluşunu ironi sınıfına sokabiliriz elbette. Bizim özgün ironimiz... Neumark Hoca’yı, hayranı ve öğrencisi olan babamdan epeyce dinlemiştim.
Jdanov’un ağırlıkla edebiyat alanındaki politikalarıyla daraltılan Rus edebiyatı, bir önceki yüzyılın başyapıtlarından uzaklaşmaya başlamıştı. Dostoyevski, Tolstoy, Gogol, Puşkin, Turgenyev, Çehov derken, onlara eklemlenen Şolohov ve Ehrenburg’u saymazsak, devrimci dönemin şairleri Mayakovski ve Yessenin’in intiharlarını da sıra dışı sayarsak, Rus edebiyatının Jdanov’cu politikalarla daraldığını görebiliriz.
Modernitenin kurucu kuşakları yeni bir kültür yaratmaya soyunmuştu. Geçmişi silerek yapabileceklerine inandıkları bir ülküydü bu. 1924’te Bibliotheque Nationale’de gezinirken Rimbaud’yu keşfeden Andre Breton’unki gibi siyasal dışı bir arayış değil verdiğim örnekler. Tamamına yakını Komünist Parti üyesi olan Dada ve Surrealisme mensupları, edebiyat içi bir arayış içerisindeydi.
Beni ilgilendiren, bugün anakronik biçimde karşımıza çıkan Mustafa İsen ve onun geriye doğru izdüşümleri.
Mustafa İsen akademlik ünvanı Profesör olan bir kişi ve aynı zamanda kamusal sahada etki uyandırabilecek bir unvana daha sahip: Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri.
İsen, Suriçi Grubu İstanbul Toplantıları’nın bu ayki “Onur Konuğu” olmuş ve orada, “Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa, muhafazakâr demokrasi diye bir şeyden bahsedebiliyorsak, o zaman ‘muhafazakâr estetik ve muhafazakâr sanat’ diye bir şeyden de bahsetmek, bunun normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz,” demiş.
Elinden tutan mı var, deyip geçiştiremeyeceğim kadar önemli bir durum da hasıl olmuş.
O toplantıda olan bir arkadaşım, İsen’in pek güzel başladığı konuşmasını gitgide daralan bir alana taşıdığını anlattı. Ben konuyu Vatan gazetesinin 26 Mart 2012 tarihli nüshasında okuduklarımla sınırlayacağım.
İsen, belli bir öfkeyle ve ihtiyaçla konuşmuş gibi geldi bana. Öfke, İskender Pala’yı refere etmesinden anlaşılıyor. Bu noktada Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri İsen, zayıf bir referansa yaslanarak kendi gerekçelerini küçültüyor.
Bay Pala 14 Şubat 2012 tarihli yazısında, ki İsen bu yazıyı refere ediyor, izlemediği ve okumadığı besbelli bir oyun hakkında yanıltıcı bilgiler yayarak bir akademisyenin Japon kültüründe ‘hara-kiri’sine yol açacak bir hatayı imzalıyordu. Kaldı ki Bay Pala, Şehir Tiyatroları sanatçılarına hakîr sözler de sarf ediyordu bu yazısında.
Bu derece zayıf bir argümanla hareket etmek İsen’i ilgilendirmeyebilir elbette, karışmam ama, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri az bir şey dikkatli olmak zorundadır. Sadece kendim olarak konuşuyorum derseniz, lütfen istifa edip öyle konuşun.
İhtiyaç, ise... bir türlü var olamadıkları bir alan olarak görüyor sanat disiplinlerini İsen. Yapmayın efendim, sizin ödülünüzü kabul etmeyen Sezai Karakoç’a bayıldığınızı tahmin edebiliyorum. Karakoç benim de ustamdır. İsimleri çoğaltabiliriz.
Bugüne dek bilebildiğimiz estetik kategorileri arasında yer almayan “muhafazakâr estetik”, bilinebilen tüm sanat ekolleri arasında yer almayan “muhafazakâr sanat” terimlerini elbette sizin kaleminizden okumayı bekleyeceğim İsen.
Ama siz de şunu bilin ya da hatırlayın; organik olmayan sanat hareketlerinin tümü totalitarizmin ürünüdür. Dayattığınız kadarıyla tarihe geçersiniz ve tarih sizi hep bir rate olarak anar.
Olmayana ergi bir akıl yürütme metodudur. Sizi de en azından bir metoda davet etsem, ayıp mı olur dersiniz?