Konuşmayı beceremeyip yazı yazmaya kalkışan canlı cinsinin, iklimden kopup, uzayda dangalak bir kuvark haline geldiği zamanlar vardır.
Böylesini çok yaşadım ama hepsi serserî zamanlarıma denk gelmişti. Bu öyle değil.
Çok zamandır, şirazesinden çıkmış ülke gündeminin yansıması gibiydi çalışma odam. Bir odayı tıkabasa doldurmuş koli yığınını şimdilik yoksayabilsem de, yürünemeyecek, oturup kalkılamayacak haldeki... Çalışmak ne kelime, masasında santimetre kare boş alanı kalmamış çalışma odama, nihayet el atabildim.
Duygusal fırtınalara maruz kalıp duraksamamak için, ne evrak kısmına ne fotograf kısmına –buna kutular dolusu yaka fotografları da dahil- yüz verdim. Becerdim.
Artık mutfak masasında değil, daha kırgınlığını üzerinden atamamış çalışma masamdayım.
Derken, sabah oldu erken...
Tam düzenli bir lepton olmaya niyet etmişken, bir kez daha sıyrılıp koptum çekim iklimimden. Sıkıldım.
İki ara bir derede sağa sola göz atmaktan alakoyamıyordum kendimi. Dünyada ne olmuş, memlekette kim saçmalamış filan...
Birleşik Krallık’ın çapsız Başbakan’ı Cameron sahaya inmeye niyetlenmişti; ürkerek güldüm.
Bizimki, Hamburabi’den beri denetim altına alınmış “kıyas hukuku”nu öneriyordu laf arasına sığdırarak; ağzımı bozmamaya çalışarak ürktüm.
Suudi Arabistan’la yek müttefik hâlindeydik. Obama yeni ufkunu câri açığı kapatacak Uzak Asya’ya çevirmişti. Davutoğlu gitti giderdi. Anlamsızlığın verdiği iç ürküntüsüyle baktım.
Çalışma odam giderek anlamına kavuşuyordu bir yandan. Koliler açıldıkça yığıntı odası hafifliyor, birçok hâtıra varlığına dikkat çekmek için saygılı bir azgınlık içinde sırasını bekliyordu.
O sıra tam, Faruk Sükan’ın –ki Zehir Hafiye lâkabını taşırdı- ruhuna dua ettirecek karatta bir İçişleri Bakanı ağzını bozuyordu gene.
Açlığın ağır ağız kokusuna rağmen derdini söylemeye yeltenen insanlar karşısında, bu bozuk ağız iyiden iyiye sinir bozuyordu.
Hiçbir hâtıraya yüz vermeden, bir ân önce delirân çalışma odamı düzeltmeye kalkışırken tam, latîfe kıvamında bir kutuyla yüz yüze geldim.
İtinayla hazırlanmış bir kutuydu. Binbir râyiha yayılıyordu kapağı açıldığında.
İçinden bir makara bant, diapozitifler, Çehov etrafından handiyse arkaik, müzelik görüntüler çıktı bu tuhaf kutunun. Bir de mektup.
Besbelli, şehirde olmadığım bir sıra gelmişti. Gelişiyle mesûd olmam için bu zamanı beklemişti. Rostov civarından toplanmış bir hazineydi. Hayatın anlamı da belki böyle bir şeydi.
Konstantin Treplev’i oynayabilmek için ömrünün ilerideki yarısını verebilecek bir adama gelmişti bu kutu. Hayat yeterince anlamsız değil, diyordu.
Arkadaşlarım, tam bu sıra, besbelli bir çare arayışı içerisinde bedenlerini ölüme yatırıyordu.
Hepimizin, günahıyla sevabıyle sevebildiği bir adam, anakronik itibarsızlaştırma vakumuna alınıyordu aynı ânda; Gazi M. Kamâl, heykeli sökülerek Tuna boyunca taşınan Lenin gibi rovanşistlere marûz kalıyordu.
Nasıl iyi geldi, bilemezsiniz, Tijen Aras, “Bu dokümanlar sizde olmalı,” diyerek, kimbilir kaç zamandır gözden kaçmış bir kutuyu kucağıma iliştirmeniz.
“Nedir ki bir Ukrayna boşluğunda çırpınmak” dediğimi de hatırlatmışsınız, sağolun.
Martı’nın Nina’sı cevap versin o vakit size: “Olsun, ferahlıyorum biraz. İki yıl var ki ağlamamıştım.”
Bu kabalık ikliminde, bu insansız iktidar heveskârları arasında, insanın uzun tarihine tutunup dururken, iyi ki siz varsınız. Küfrün kabahat sınıfına dahil olmadığını bilen siz, iyi ki varsınız.
Treplev Nina’ya biteviye aynı sözü haykırır: “Gitmeyin.”
Hep Treplev’i olmak isteyip sık sık Nina haliyle belirdiğim bu tuhaf oyunda, bir kesim nefes için, gitmeyin.
Ve siz, herkes:
Zarafet yoksa kabalık çok sıradan.
Kendisi olup arkasında duramayan insanlar yoksa, bu hikâye çok sıkıcı.
Yarın, bedenini açlığa yatırmış bir insan çekip giderse bu hikâye çok trajik.
Bir Başbakan bir kez daha ağzını bozarsa bu hikâye bir kez daha tatsız.
Nina: “Benden nefret ediyorsunuz, diye korktum. Her gece rüyamda bana bakıyor da tanımıyordunuz beni. Bilseniz...” dediğinde umutlu.
Susup, kelimelerinizin aslında size ait olmadığını fark ettiğinizde... harikulâde olacak.
Yeni bir cümle susarak başlayacak.
Şimdi açlığın direnme gücünü anlayabildiniz mi?
Ne ilgisi var söylemem ama...
İnşallah!