Sıcak zamandayız. İnsan yarasını da aşkını da sıcağı sıcağına süzemez, anlayamaz. Hayatta kalmanın kudretli içgüdüsü, var olduğunu hissetmenin hazzıyla doyurur ruhun yedek deposunu.
Sadece on gün içerisinde, sayısız ezberin bozulduğu, yepyeni bir yeryüzü dilinin serpilip boy attığı bir zaman kesitinin tam içerisindeyiz şu ân.
İsmiyle müsemma bu gezide, bana öyle geliyor ki, Türkiye baştan ayağa, tepeden tırnağa, diakronikten senkroniğe... geri döndürülemeyecek bir değişimi gerçekleştirdi.
Bu coğrafyanın kadîm kültürel coşumu, bu coğrafyaya riya salan iltihabı, bu coğrafyanın mertliği pusu kurmaya indirgeyen erk bağımlılığı tepetaklak edildi.
Kısaca, bu coğrafya ilk kez, korkuyu yendi.
Elbette korkusuzları hep vardı buraların. Akıntıya kürek çekenleri, kaynağına akan nehirleri, sipsivri tek başına kalmayı göze alanları hep vardı.
Ne var, nine ile torunu el ele getiren, örgütsüzlüğü görülmemiş bir örgüt disiplini ile hayatta tutan, insan olmayı ikincilleştirip canlılar âlemini bir bütün olarak savunan türden bir “avatar” korkusuzluğu henüz tadıyoruz.
Bu coğrafya gezginler kulübü gibidir. Herkes bir yerlerden bir yerlere akarken kesişmiştir bu topraklarda. Viyana’da Neu Stadt’lılar Derneği, Londra’da, Essex’liler Kültür ve Dayanışma Kulübü, Paris’te Lyonlular Vakfı ne kadar anlamsızsa, İstanbul’da Şebinkarahisarlılar Derneği, Ankara’da Eynesilliler Dayanışma Derneği, İzmir’de Vartolular Vakfı olması, o denli olağandır bu yüzden.
Üst kimlik oluşturmanın çok zor ve dolayısıyla yüksek riskli olduğu bir coğrafyada, kökten modernitenin devrimci hamlelerinden etkili bir örneği olan Türkiye Cumhuriyeti, bu riskleri göze alarak kuruldu.
Hâkimiyet mücadelesi içerisinde pek çok hata yapan Kurucular, esas olarak kökü Osmanlı erken modernitesine, 1820’lere uzanan bir akışı, üç ayrı prensibi ortalayarak gerçekleştirmeyi seçti: Batıcılık (Batılılaşmacılık), Modernlik (Modernite), Çağdaşlık (Contemporaneity).
Biri, Otuz Yıl Savaşları sonrası yükselişe geçen ve sanayi devrimi ile yüksek güç kazanan Batı’ya (Eski Kıta) Reform ve Ronesans ekseninde eklemlenmeyi; biri kentli burjuva sınıfının anti aristokrat reflekslerini; bir diğeri ise zamanın sürekli devinim içerisinde olduğu prensibini barındıran bu trionun bileşkesinden bize ne pay düştüğü ayrı bir konu.
Çünkü bugün, Çağdaşlar ayaklandı, Modernler ve Batıcılar ise peşlerine takıldı.
Karşılarında ise, Eklektiklerin temsilcisi bir Başbakan ve onun delik deşik “karizmatik ekol”ü var. Bu Eklektik ekol, Batıcılıktan kapitalizmi devşirdi, modernlikten ikonoklastlığı, sınır tanımazlığı, provokasyonu aldı, Çağdaşlıktan ise hiçbir şey anlamamayı becerdi.
Bu Eklektik ekol, her ülkenin ceza yasasından olabilecek –sosyal- hukuksal gerekçelerini elbette önemsizleştirerek- en berbat maddeleri devşirdi. Kentsel dönüşümün, kent yoksullarının merkezlerden uzaklaştırılması kısmını satın aldı ama gentrifikasyonun mimari dokunun korunması kısmını görmezden geldi. Uyguladığı şiddeti bir başka –gelişmiş!- ülkede uygulanan bir misalle meşrulaştırmayı seçti.
Yani kapitalizmin insan-doğa ilişkisine dayattığı rezaletine rezilliği ekledi. Müptezellik de diyebiliriz. Utanmazca, arsızca serpildi bu Eklektik ekol. Kabadayılıkla ağlaklığı, zalimlikle mazlum rolüne soyunmayı, âdeta bir Noh tiyatrosu maskları takınmışcasına marifetle oynadı.
Ne var, uzun süre alt-üst kimlik ayrıştırılmasına tabi tutulduğu için cehennem seksiyonu gibi davranma eğiliminde olan bir halkın, aşağıdan yukarıya doğru silkineceği ihtimalini hesap dışı tutacak kadar kibirli olmaları, sonlarını getirdi.
Batı’nın iyi olan şeylerini alalım, ahlaklarını almayalım, şeklinde özetlenebilecek bu ahlâksızlık menkibesi, tanrısallaştırdıkları paranın virtüel, toplum hayatının ise organik içerikte olduğunu anlayamadıkları için, şişeden çıkan cine şaşkınca bakıyor zamanın bu sıcak ânında.
Karşılarında, ilk kez bütün bütüne korkusuz bir yeni dil var. Bu yeni dilde cinsiyet ayrımcılığı şaka olduğunda bile tepki derliyor, hükümranlık çabası kolayca alaşağı edilerek alaya alınıyor, iktidar kurma fikri uzaklaştırılıyor, tohum ekerken eğilenler, zorbaları görünce dikine duruyor.
Bu dil ile “Gündemi oluşturamayan Başbakan koltuğunda oturmasın,” diyen bir canlı arasında ışık hızını aşan bir mesafe var.
Bu yeni dil, ötekini aşağılamıyor bile. Sadece, acıyarak ve keyifle direnerek bakıyor, yoluna devam ediyor. Bu yeni dil, karşılığını, objective correlative’ini arıyor. Çünkü hiçbir gerçeklik boşlukta asılı değildir.
Gündemi ben oluştururum... kaç çocuk doğuracağına ben karar veririm... içki ile içecek arasındaki farkı bilmesem de ahkâm keserim... hayatımda hiç opera seyretmedim ama operayı kapatırım... bir de opera binası –yaparsam- yaparım... biri ölmüş, konuşmaya değmez... sezaryene karşı bir başbakanım... üç beş ağaç için, olmadı on iki ağaç... fazlasını dikerim... cahilsem benim suçum mu (bbe)... ben karayım... ne dersem o... ananı da al git...
Hadi oradan!
Bunu bir halk yemiyor artık. Hele yeni dilin konuşucuları hiç yemiyor.
Oyun bozuldu.
Dilerim, Eklektik ekolü de yedirmezler, tuzlayıp saklarlar.
Allah uzun ömürler versin Başbakan. Uzun yaşa da, bu yeni dilin sahipleri seni inzivanda bulup kalbini hoş tutsun.