Tabii ki radyo, hele bir de dışardaki dünyadan sadece savaş haberleri geldiği bir zamanda sadece felaket haberleri vererek kimseyi alıcıların başında tutamaz. Aksine, yurttan ve yurtdışından haberler, yorumlar, iktisat saati, sabah jimnastiği, ziraat saati gibi "ciddî" programları dengelemek için daha "hafif" içeriklerle yayın akışı dengelenmelidir. Yazı dizisinin Mayıs ayının başında yayımlanan ilk bölümünde (10 Mayıs) bir program kalıbı (günlük yayın akışı) vermiştim. Fakat belli ki günün "ihtiyaçlarına" göre bu kalıp her dört ayda bir gözden geçirilmekte, hızla ve oldukça radikal değişikliklerle güncellenmektedir. Şimdi, yılın kış ve yaz aylarından iki günlük program akışlarını vererek yapılan değişikleri göstermek istiyorum. Her yayımlanan kalıbın yanında, bunun sadece dört ay uygulanacağı özellikle belirtiliyor. Aslında, günümüzdeki hantal yapıyı düşününce, çok dinamik bir uygulama olduğu ortada. Eski olan sol tarafta, yenisi ise sağda.
Şaşırtıcı, değil mi? Gerçekten tekdüze ve sıkıcı olan bir akış yok olmuş, içerik olarak farklı ve bence daha doğru tercihler uygulamaya konmuş. Örneğin, gecenin en değerli saatine konan "ziraat saati" gitmiş, yerine gündelik, hayata dair sohbet programları gelmiş. Özellikle Cumartesi günkü yeni kalıp birçok farklı programla öne çıkıyor ve bu nedenle, bu güne özgü "yeni" programlara yakından bakabiliriz.
Örneğin, Radyo Çocuk Kulübü önemli bir değişime işaret ediyor, "çocuklar" belki de ilk kez bu kapsamda birçok farklı yönleriyle "kamusal alanda" var olabiliyorlar. Genç erkeklerin askerde olduğu (ortalama dört yıl süren bir askerlik hizmeti var savaş yıllarında) ülkede kadınların işi iyice zorlaşmış. İş ve aş peşindeler ve evde de bakmaları gereken çocuklar var. Radyoda bu programın başlaması ve kalıcı kalması yayıncılık anlayışı açısından değerli bir dönüşüme işaret ediyor. Yine de program, içeriği bakımından (radyofonik temsiller, masallar, müzikler, konserler vs.) çok zengin de olsa, iş moderasyona gelince durum çetrefilleşmeye başlıyor. Çünkü programın, bu "kulübün" bir sahibi var: Ayşe Abla! Çocuklar için bir "kamusal anne" rolüne soyunan, onların arzularına ket vurmaya, hayallerini bir düzene sokmaya çalışan, sürekli öğüt veren, yol gösteren bir "Ayşe Abla" var. Abla dendiğine bakmayın, basbayağı bir kamusal "ebeveyn" işlevinde. Neriman Hızır'ın canlandırdığı bu karakterin çocuklara anlattıklarıyla bir "terbiye" iddiası ve beklentisi var. Dergide Neriman Hızır ile yapılmış ve dikkatle okunması gereken bir söyleşi var.
Kendince çaktırmadan övündükten sonra asıl meseleye (kamusal "tebdil ve terbiye") işaret ediyor, görev ifa ediliyor diyor. Ona mektuplar yazıyormuş sabi sübyan: "Senin bütün dediklerini yapıyorum. Yemeğimi iştahla yiyorum. Kardeşlerimi seviyorum. Tırnaklarımı yemekten vazgeçtim. Elektrik düğmelerime dikkat ediyorum. Pabuçlarımı eskitmiyorum. Defterlerimin yapraklarını boş yere karalamıyorum. Dişlerimi ovuşturuyorum. Derslerime çalışıyorum. Yalan söylemiyorum. Annemi üzmüyorum. Kuzum Ayşe Abla… Beni de sev emi?" Yeşilçam Sinemasının bildik repliklerinin kökenini belli ki bu mecralarda aramak lazım. Trajik bir metin, bir çocuk tarafından yazılamayacak kadar düzgün ve esasında bir ebeveyn bakışına sahip. Hele o sondaki "sevmek" ile eşlenen yakarma. Bu ülkenin toplumsal bilinç dışını ne kadar kurcalasak azdır.
Yeni programlara bakmaya devam edelim. Yine, Cumartesi öğleden sonraları sonra tulûat temelli bir temsil var: "Şu patavatsızın yaptığını doğru buluyor musunuz?" İçeriğini bilmiyorum ama dergide Bedrettin Tuncel imzalı yazılarda bu tür programlara gönderme yapan, oralarda anlatılanlar hakkında fikir sahibi olabileceğimiz yazılar var. Tuncel, radyodaki anlatılara temel olan "model format" için bizzat Hacivat-Karagöz'e işaret ediyor. Farkındaysanız, Karagöz, Meddah gibi geleneksel halk mizahını temel alan anlatılar medya mecralarından hızla kayboldu. Folklorik mizahı kaybetmenin ne kadar derin bir kültürel yoksullaşmaya neden olabileceğini nedense fark edemiyoruz. Bu nedenle, global dijital platformlardan aktarılan (hatta "apartılan)" komedilerin bizde neden çalışmadığını da bir türlü anlamıyoruz. Mizah kadar "yerli" bir şey olamaz! Neyse, Bedrettin Tuncel'in bir sohbet havasında yazdığı (Dereden Tepeden başlıklı) bir yazıdan alıntı yapıyorum.
Mizahın ("halk temaşası" diye isimlendiriyor) gücü işte tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Bir asır öncesine gönderme yaparak 1940'larda güldürebilen bu anlatıların bugün bile "komik" olduğunu fark etmiyor musunuz?
Şimdi, mizahtan öte "aktüalite" diyebileceğimiz yeni programlara bakalım. Örneğin, mesleklere dair yapılan röportajlar. Böylece mikrofon sokağa iniyor, 1940'lar sokağından belgesel lezzetinde aktarımlar yapmaya başlıyor. Nitekim Radyo Mecmuasında Hikmet Münir, bu programlardan içerikler alıntılayarak bu meslek sahiplerinin görüşlerini tekrar işitilir hâle getiriyor. Beyefendilere giysi biçen terziler ne diyormuş örneğin, dinleyelim.
Modern bir hayatın başladığını özellikle belirtmesi, ailelerle beraber dışarı çıkan tabii ki hâli vakti yerinde "beyefendiler" için de artık kılık kıyafetin önem kazandığını söylemesi ve kıyafet tercihlerinde modanın önemli bir unsur olduğuna işaret etmesi başlıbaşına çok önemli. Moda işin neresinde derseniz devrin modası olan "bopstil"den söz ettiğini hatırlatmak isterim. Öyle ki, terzileri bile tasnif ediyor, "bopstil terziler" olduğunu da belirtiyor Osman Zeki Terzioğlu. Osmanlı Sarayına da hizmet etmiş bir aileden gelen, Mustafa Kemal'in de bazı kıyafetler diken, Türkiye'de konfeksiyon ("hazırcılık") giyimin öncülerinden olan Terzi-zâde Osman Zeki'nin radyoda terzi esnafını temsil etmesi üstüne de ayrıca düşünülmesi gerekiyor. Seçkincilik de ne yazık ki hemen her mecrada bir kültürel refleks olarak zuhur ediyor.
Derginin sayfalarında rastladığım Şiir ve müzik bahsinden iki önemli isme yer vererek bu yazı dizisini bitirmek istiyorum. Bunlardan ilki, bu yıl yitirdiğimiz ünlü halkbilimci İlhan Başgöz (1921-2021) olacak. Başgöz'ün, yine yeni bir program olarak başlayan ve Tahsin Banguoğlu tarafından hazırlanan Şiir Saatinde şiir okuyanlardan biri olduğunu sevinerek fark ettim. O zamanlar da halk şiirini sever ve radyoda özenerek okurmuş Başgöz. Önce Baki Süha imzalı yazıya (Sayı 8, Sayfa 11, 15 Temmuz 1942) bir bakalım.
Hoş bir tesadüf. Biraz daha temizlemeye çalışarak yazıdaki Başgöz resmini, yanındaki sayfada yer alan açıklama metniyle bir araya getirdim. Elindeki metni ciddî bir ifadeyle okumaya çalışan ve henüz üniversite öğreniminin ilk yıllarında olan İlhan Başgöz'ü bu resim vesilesiyle hatırlamadan geçemezdik.
Bir başka hoş sürpriz Ruhi Su'ya ilişkin bir yazı ve önceden rastlamadığım (mevcuttur belki, fark etmemiş olabilirim) bir resmi oldu. Henüz devletle arasında bir sorun yok belli ki Ruhi Su'nun. Yazıda müzikteki üslubuna, müzisyenliğine, türkülere yaklaşımına bolca övgü var. Ama bildiğiniz üzere, "solculuk" yapması nedeniyle sonradan ve bir anda gözden düşecektir. Tabii ki sadece "devlet katında", asıl Ruhi Su'nun müzik kültürümüzdeki kalıcılığı bu "kopuş"tan sonra başlayacaktır, bunu da unutmayalım. Yazarı belirtilmediğine göre "haber" olarak değerlendirebilecek bu yazıda (Temmuz Ayında Musiki Hareketlerimizden Bazıları, Sayı 9, Sayfa 8, 15 Ağustos 1942) şöyle deniyor:
Dahası, çok da güzel de bir resmi var bu müthiş sanatçının. Ruhi Su (1912-1985), 1942 Yılında yayımlanan dergide henüz 30 yaşına basmış, kendinden emin, sazını güven ve derin bir muhabbetle kavramış. Bu resme bakmadan, onu anmadan, hatırlamadan da geçemezdik.
Arşivde dolaşmanın en güzel yönü belki de bu; insan hem düşüncelerini bir intizama sokuyor hem de kendi doğru ve yanlışlarıyla tekrar hesaplaşabiliyor. Hep aynı doğrularınız olduğuna inanıyorsanız arşivlerden uzakta durun. Bu beşinci yazıyla Radyo Mecmuası'nın ilk cildine dair seri yazılarımı tamamlıyorum. Elimde iki cilt daha olduğuna göre bir süre sonra tekrar dergiye döneceğimi biliyorum.