Geçen yazımdan anlamışsınızdır son zamanlarda Tüstav (Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı) dijtal arşivlerinde epeyce zaman geçiriyorum. Cumhuriyet döneminde yayımlanan sol dergiler açısından o kadar zengin ki, artık dönemsel okumalar yapıyor ve özellikle pek de çalışılmayan 1940'lara, savaş yıllarında yayımlanan dergilere bakıyorum. Nedendir bilmem akademinin pek ilgi odağında olmasa da 1940'lar birçok yönden ilginç ve önemli. Bir kere, savaş devam ediyor ve ülkenin üstündeki "Almanya baskısı" (bazı siyasetçilerin de "gönüllü" katılımıyla) en azından Almanyanın yenileceğinin anlaşıldığı günlere değin kesif bir "faşizan" bir hava estiriliyor. Dönemin sosyalist dergilerinde ise bu duruma açık, kapalı bir dille direniliyor. İlaveten, Mustafa Kemal'in ölümünden sonra kartların yeniden karılmaya başladığı, Türkiye siyasetinin, kültürünün yeniden şekillendirilmeye çalışıldığı da aşikâr. Sağın güçlü kalemleri sistematik olarak Kemalist düşünceyi "anti-emperyalist" olarak benimsemeye çabalayanlara (en başta, "solculara") saldırıyor, günümüzde "gardırop Atatürkçülüğü" olarak tanımlanan bakışın temellerini atıyorlar. Ekonomik durum vahim, kıtlık, açlık, derin bir işsizlik olduğunu tahmin edebiliyoruz ama bu konular sol, sağ farketmiyor, pek dile getirilmiyor. Adı konmamış ve ağır bir (oto-)sansür var belli ki, bu baskının etkisini arşivdeki dergilerin "ömründen" de fark edebiliyoruz. Birçok dergi birkaç sayı yayımlandıktan sonra kapatılıyor. Bu yazıya konu olan dergi de sadece 5 sayı yayımlanabilen Yığın. Türkiye'de yayımlanan dergi ve gazetelere dair en güvenilir kaynak olan, M. Orhan Bayrak'ın Gazeteler ve Dergiler Sözlüğü (1881-1993) isimli başvuru kitabında Yığın için şöyle yazıyor: "Solcu fikir-sanat dergisi, 15 günlük, İstanbul, Adil Yağcı [sahibi ve genel yayın yönetmeni], Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından kapatılmıştır".
Böylesi baskı dönemlerinde görece olarak daha rahat kalem oynatılabilecek konular da "sanat ve kültür" mevzuları olabiliyor. Ben de 12 Eylül sonrasını oldukça iyi hatırlayanlardanım. Edebiyat, kültür, sanat dergiciliği zirve yapmış, yarı-açık rejimde neredeyse tek soluk alınabilecek bir faaliyet alanına dönüşmüştü. Benzer nedenlerle, 1940'lı yıllarda yayımlanan dergilerde de çok sert sanat eleştirileri ve polemik yazılarıyla karşılaşılması pek de sıra dışı değil. Yığın'ın yazar kadrosu oldukça etkileyici, örneğin kitap tanıtımları dahil bir çok yazıda Arslan Kaynardağ'ın imzası var. Cevdet Kudret'in, Orhan Kemal'in hikayeleri yayımlanıyor. Gözüme çarpan şairler arasında Nazım Hikmet (ismi yazılmıyor ama anlamamak mümkün değil), Suat Taşer, Ercüment Behzat var. Diğer öne çıkan yazarlar Hüsamettin Bozok, Burhan Arpad, Abidin Dino, Sabire Dosdoğru, liste uzayıp gidiyor. 5. Sayının başlığı "kadın meselesi" olduğu için meraklandım, acaba bu konu nedeniyle mi Sıkıyönetim dergiyi kapattı? Birçok yazının yanısıra bu sayıda, bu sosyalist dergide, bir Halide Edip yazısı bile mevcut. Meraklısı için yazayım, arşivde basılan ama sanırım dağıtılamayan 6. Sayı da mevcut. Dağıtılamayan sayıda, Behice Boran ve Nevzat Hatko yazılarını ve "Arif Barikat" imzalı bir Arif Damar şiirini de farkettim.
Derginin sürekli yazar kadrosunda belki de şaşıracağınız bir isim de var, Abdülbâki Gölpınarlı. Bu tasavvuf ve mevlevilik üstadını size tanıtmaya gerek duymuyorum, hakkında birçok kaynakta yeterince bilgi mevcut. Tabii ki, solla her daim ilişkisi olmuştur. Size sadece Fethi Naci'nin sahibi olduğu Gerçek Yayınevinin 100 Soruda Dizisinden çıkan iki kitabını hatırlatacağım: 100 Soruda Türkiye'de Mezhepler ve Tarikatlar ve 100 Soruda Tasavvuf. Yığın'ın müziğe özel bir ilgisi var (o yıllarda "musiki inkılabı"nın entelektüeller nezdinde hâlen bitmediğinin de bir ispatı), öyle ki dağıtılamayan sayının konu başlığı Beethoven. Ama bugün öne çıkaracağım mevzu, nedense müzikoloji literatürümüzde hiç rastgelmediğim bir bilgi olacak. Hatta, bu bilgiyle karşılaştıktan sonra yayınlanan yazılara, tezlere tekrar baktım, konuya vakıf olduğum arkadaşlarıma sordum, onların da haberi yok bu yazıdaki bilgiden. Derginin 2. Sayısında (15 Ekim 1946) Gölpınarlı, ilk sayıdaki uzun ve övgülerle dolu Yunus Emre yazısının sonunda bir sonraki sayıda neye odaklanacağına işaret ediyor ve yazının başlığını yazıyor: "Yunus Emre mi yalan söylüyor, yoksa oratoryo mu?"
Bu arada, hatırlatmalıyım ki, Türkçedeki en önemli Yunus Emre Divanı Gölpınarlı tarafından 1943 yılında yayımlanmıştı. Demek ki, ciddiye almamız gereken bir yazar var ve namlusunun ucunda Adnan Saygun'un ünlü Yunus Emre Oratoryosu. Şunu iyi biliyoruz, bu eser ilk icrasından itibaren birçok eleştiriye uğramıştı, genellikle sağ cenahtan gelen bu eleştirilerde Yunus Emre ile Batılı Klasik Müzik tekniğiyle yazılan bu eser bağdaştırılmamıştı. Bir nebze anlaşılabilecek bu reaksiyoner yaklaşıma Ekrem Karadeniz'in 1946'da Yeni Sabah'ta yayımlanan bir yazısı örnek olarak verilebilir, "[g]arp musikisi üzerinde çalışan Adnan Saygun ismindeki bu bestekar Yunus Emre'yi tanıyamamış ve mutlaka bir kilise papazı olarak tahayyül etmiştir." Bu konuda internet yoluyla hemen erişilebilen bir kaynak olarak Emre Aracı'nın kendi sitesindeki kısa ama doyurucu bir yazıyı tavsiye ederim. Orijinali Andante Dergisinin Nisan-Mayıs 2003 Sayısında yayımlanan bu yazıda yeterince bilgi var. Ama önemli olan, diğer kanadın (solcuların) ne dediği? Değil mi ki, onlar Kemalist devrimi, onun "anti-emperyalist" yönünü benimsiyorlar? Yani, zımnen musiki inkılabını da destekliyorlar!
Belki aklınıza Abdülbâki Gölpınarlı'nın bir istisna olduğu gelebilir, ama durum pek öyle değil. Çünkü Behice Boran'ın önderliğinde çıkan Söz'ün (yine 1946'da yayımlanan "Fikir, Sanat ve Tenkit Dergisi" ve o da Sıkıyönetim tarafından kapatılıyor) 3. Sayısında Fahir Özge de Oratoryo ile ilgili hiç de olumlu bir "tenkit" de bulunmuyor! "Oratoryo, Yunus'un ruhu etrafında mumlar gibi eriyip biterken içimde o büyük Beethoven'in irşadını duydum: 'Hey dostlar! Bu seslerle değil! Artık bize daha hoş seslerle, ümit dolu seslerle hitabedin!' Fasılasız bir buçuk saat süren eserde ancak üç defa 'Yunus göründü gözüme!' ondan sonrası veya ondan evveli için…Yunus de, İsa de, Musa de, ne dersen de! Hepsi olabilir!" Görünen o ki, o yıllarda Yunus Emre'yi kanonik bir edebiyatçı, hatta bir düşünür olarak tanımlamak için ciddî bir çaba var, "hümanizm"i onda bulmak, Batı düşüncesiyle bağdaştırmak, ulusal bir senteze varabilmek için bir sahiplenme kavgası var. Adnan Saygun'un eseri 1940'ların solcularını tatmin edemiyor. Burası işin kültür tarihini ilgilendiren kısmı ama Gölpınarlı'nın eleştirisinde çok daha fazlası var. İlk olarak söylediği, kullanılan şiirlerin Yunus Emre'ye ait olmadığı! Belki bilmeyenler vardır, kendisi de doktora sahibi bir akademisyen olan Gölpınarlı (1900-1982), üniversitedeki görevinden 1949 yılında istifa etmiştir. Ciddî ve titiz bir araştırmacı olduğunu hatırlatmak için yazıyorum bu bilgiyi. Saygun'un oratoryo kitabında "şiirlerin hepsi Yunus Emre'nindir" dediğini özellikle belirtiyor ve şaire atfedilen birçok şiirin aslında onun olmadığını Yunus hakkında yazdığı iki kitapta ispat ettiğini söylüyor ve son olarak, eserde kullanılan onüç parçadan sekizinin Yunus'a ait olmadığının altını çiziyor. Bundan sonrası o bölümlerdeki şiirlerin gerçekte kimlere ait olduğuna dair ve bu konuda araştırma yapanların, tez yazanların mutlaka okuması gerekiyor. Bir başka ilginç eleştirisi de dil üslûbuna dair. Alıntılıyorum:
"Oratoryoda 'Yaşum, işüm, teferrüç eyleyû, vardım, gerû, deyû, gibi bir hayli gariplikler de var. O zamanın konuşma hususiyetlerini bugün, hem de yanlış olarak göstermeye ne lüzum vardı?"
Gölpınarlı müzik üstüne konuşmak bize düşmez dese de, dönemin solcu anlayışının neden bu eseri beğenmediğine ipuçları sağlayacak birçok şey yazmadan da edemiyor. Kitabın (Saygun'un oratoryo kitabı) ikinci kısımında "yerli" nağmeler bulunduğunu söylediğinden dem vurarak sözü 4. Numaralı Aryaya getiriyor:
"Ariada, bilmem yanılıyor muyuz, hiçbir zaman mevlevihanelerin hiçbirinde çalınmadığı halde yanlış olarak mevlevihane peşrevi denen peşrevden nağmeler duyduk, ariozada Pir Sultan'ın 'Güzel aşık çevrimizi çekemezsin demedim mi' mısraıyla başlayan nefesini dinledik. Bu nefesin bestesi, 'Aman şimdi, halim yaman şimdi' diye başlayan uydurma bir halk havasına da giydirilmiştir. Vivonun son üç dörtlüğü, bizim Yunus'un olmayan, sonraki Yunus'lardan birine ait bulunan meşhur 'Şol cennetin ırmakları akar allah deyü deyü' bestesine tatbik edilmiş. Eserin bir yerinde bir marş bestesi de duyar gibi olduk. Ağır ve günlük kokan bir kilise havasının içinde yarı bildik seslere rastlamak, gurbette hemşeri görmiye benziyor."
Devamında eleştirinin dozu daha artıyor ve Yunus'un mistik olarak sunumundaki hatalara odaklanıyor ve hiç de miskin bir derviş olmadığının altı özellikle çiziliyor. "[Y]ol bulamayıp, tanrıya sığınan ve nihayet dosta vasıl olup son nefesini vermiye hazırlanan bir meczup derviş miydi o?' Tabii ki değildi Gölpınarlı'ya göre ve bunu iddia etmenin tek sebebi eklektik ve yanlış metinlerden oluşan sözlerdir. Bunlar "gerçek Yunus"u saklıyor, zavallılaştırıyor. Alıntılıyorum:
"Netekim Yunus yalnız mistik olsaydı, ölüm korkusundan, tanrı aşkından, boyun eğme, niyaz ve tevekkülden ibaret olsaydı çoktan ölecek, sayın Adnan Saygun'dan kurtulmuş olacaktı. Fakat Yunus hiç de böyle değil…Onda değirmeniyle, unuyla deresiyle, dağlarıyla, belleriyle, hasretiyle, acısıyla, zulmeden beyleriyle, zulum gören halkıyla yurt var, Anadolu var…Onun için yazıyoruz: Ve bilmeyenler beğenebilirler, hatta yabancı illerde ilgi uyandırabilir müzik bakımından güzelliği bulunabilir , fakat bu oratoryo bizim sesimiz değildir ve bu oratoryonun Yunus'u bizim Yunusumuz, gerçek Yunus değildir."
Sansasyonel bulduğum için yazmıyorum Gölpınarlı'nın Yunus Emre'nin sözlerine ilişkin doğru olması kuvvetle muhtemel iddialarını. Aksine, bizim kendi kimliğimizi arama uğraşımızdaki temel, kanonik eserler ihtiyacımızın hâlen ne kadar elzem olduğunu da gösteriyor bu 75 yıl öncesinden ekranıma düşen bu polemik yazısı. Artık kimsenin müzikal değerini tartışmadığı, hatta neredeyse kanonik olarak kabul edebileceğimiz Adnan Saygun'un oratoryosunun temel aldığı metinlerin bile ne kadar tartışmalı olduğunu bilmeden bir adım bile ileriye gidemeyeceğimizi biliyorum. Örneğin, bu eser neden 4,5 ay gibi kısa bir sürede yazılmıştır çok merak ediyorum. Neden acelesi vardı Saygun'un, gözden mi düşmüştü, yeni bir ışığa, ateşe mi ihtiyacı vardı? Acelesi olduğu için mi bu metinleri öylesine seçti? Yoksa, bu seçimleri bilerek, kendi müziğinin ideolojik arkaplanını şekillendirmek için mi tercih etti? Cevapları tabii ki bilemiyorum ama bu konuda yazılan tezlerde, kiyaplarda Gölpınarlı'nın yazısının atlanmasını hiçbir şekilde anlamıyorum. Yunus Emre divanını yazan, çok önemli bir uzmanın bu denli sert ve acımasız eleştirilerine Saygun ne yanıt verdi merak ediyorum. Karıştırdığım tezlerde, kitaplarda cevaptan hiçbir iz yok. Yoksa sadece susarak mı cevap verdi? Bu ne anlama geliyor? Acaba, 1950'lerden itibaren kanonik bakış Yunus'a sadece "mistik" bir derviş demeyi daha mı uygun buldu? Nedir bu, mistik bir "hümanizma" mı? Hani gençler yazıyor ya, ben de onlar gibi sonlandırayım. Kafamda deli sorular!