Türkiye’de her şeyde olduğu gibi, siyasette de ilke yok, sistem yok, tutarlılık yok, karmaşa var, oradan oraya savrulmak var.
Geçen hafta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, çeşitli davalardan tutuklu askerler hakkındaki sürpriz isyanıyla karşılaştık. Türkiye’de bir çok kişi duyduklarına inanamadı, kendi kendine, “Ne oluyor bu ülkede, bu ülkeyi kim yönetiyor?” diye sordu.
Terör örgütü kurmak ve terör örgütü üyesi olmakla suçlanan askerlerin uzun tutukluluk sürelerine isyan eden, komuta kademesinde göreve gönderilecek subay bulmakta bile güçlük çektiklerini söyleyen Erdoğan şöyle dedi:
''Bizim burada üzerinde durmamız gereken şey şu. Şu anda içerde 400'e yakın emekli, muvazzaf subay, astsubayımız var. Bunların hemen hemen ağırlıklı kısmı tutuklu. Bu arada da yine mağdur veya şüpheli şeklinde zaman zaman çağrılanlar oluyor. Tabii bazılarında bir ara ajan meselesi ortaya çıktı biliyorsunuz. Hele hele bana göre de çok daha ağır olanı örgüt kurmaktan, örgüt elemanı olmaktan... Böyle bir şeyin delili kesinse ver hükmünü işi bitir. Ancak elinde senin kesin hükümler yok da yüzlerce subayı, astsubayı örgüt elemanı olarak veya örgüt kuran olarak, hele hele Genelkurmay Başkanı'nı kalkıp da bu şekilde değerlendirirsen burası gerçekten Silahlı Kuvvetlerin kendi içindeki bütün moral değerlerini altüst eder. O zaman terörle nasıl mücadele edecek bu insanlar… Siz şimdi orada bu mücadeleyi veren insanlara arka taraftan 'bu örgüt elemanıdır' dersen, nasıl oluyor da bu örgüt elemanı gidiyor da terör örgütüyle mücadeleyi veriyor. Bu yenilir yutulur bir şey değil.”
Daha önce “Ergenekon” ve “Balyoz” gibi davalar çerçevesinde gazetecilerin, yazarların, siyasetçilerin, akademisyenlerin, askerlerin tutuklanmasını savunan, bu süreçlerde yaşanan hukuksuzluklara, adaletsizliklere ve insan hakları ihlallerine karşı çıkmayan Erdoğan, hatta bu davaların “savcısı” olduğunu söyleyen Erdoğan, şimdi askerlerin savunucusu ve “avukatı” oldu!
Pekiyi, bu askerlerin tutuklanmasında, uzun tutukluluk süreleriyle yargılanmalarında, adaletsiz yargılama süreçleriyle hüküm giymelerinde, AKP’nin ve Başbakan Erdoğan’ın hiç mi bir rolü olmadı?
Erdoğan bir anda çark mı etti, yanlış bir yoldan mı döndü? Eğer böyleyse, bu nasıl oldu? Yoksa bu ülkeyi Erdoğan yönetmiyor da, başka güçler mi yönetiyor? Başbakan’a rağmen, bu savcılar, bu yargıçlar gücünü nereden alıyor? Güçlerini hukuktan ve adaletten almadıkları kesin! O zaman bu gücü ve cesareti nereden alıyorlar?
Bugüne kadar bu dava süreçlerini ve askerlerin tutuklanmalarını savunan, bunu yaparken de Erdoğan’ın arkasına sığınan medya üyeleri, Erdoğan’ın bu sözleri karşısında ne diyecekler acaba?
Şu anda keklik gibi ortada mı kalmış oldular, yoksa sığındıkları ve sığınacakları başka bir yer mi var?
Geçen hafta bir başka karmaşa da CHP içinde yaşandı. BDP Batman Milletvekili Ayla Akat’ın konuşmasına tepki olarak TBMM’de söz alan CHP İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler şöyle dedi:
“Burada herhalde şimdiye kadar böyle konuşmalar duyulmamıştır. BDP Grubu’ndan Sayın Akat’ın yaptığı konuşma kanımızı dondurdu. Sanki başka bir devletin parlamenteriydi, bize ‘siz’ diye diye, inanılmaz şeyler söyledi. AKP’nin Türk ulusunu tarihten silmeye, Türk vatandaşlığını tarihten silmeye dönük olan girişimlerinde, BDP ile nasıl işbirliği yaptığını onun konuşmasında gördük...Kürt milliyetçiliğini bana ilericilik ve bağımsızcılık diye yutturamazsınız. Türk ulusuyla, Kürt milliyetini, eşit, eşdeğerde gördüremezsiniz…Türkiye’de Kürt sorunu yoktur. Türkiye’de siz sorunu Türk sorunu yaptınız. Bundan sonra biz savunmadayız, bundan sonra meşru müdafa hakkı için biz saldırıdayız.”
Güler daha sonra yaptığı açıklamada, Türklerin ve Kürtlerin eşit olmadığına dair bir iddiasının olmadığını, kendisine bu ifadenin yapıştırılmasının kötü niyetten veya cehaletten kaynaklandığını, “Türk ulusu” derken etnik bir kimlikten değil, anayasal bir kavramdan söz ettiğini, “Kürt milliyeti” derken etnik bir kimlikten söz ettiğini, “Türk ulusu” kavramının Türkiye’deki tüm farklı etnik kimlikleri içinde barındırdığını, kendisinin ırkçı bir yaklaşım içinde olmasının söz konusu olmadığını söyledi.
Güler daha sonra yaptığı açıklamada haklı. Örneğin, ABD’de de farklı etnik gruplar olsa da, “Amerikan ulusu” diye bir kavram anayasada var ve kimse de bunu bir mesele haline getirmiyor. Fransa’da, Almanya’da ve İspanya’da da farklı etnik gruplar mevcut, ancak buna rağmen Fransa anayasası “Fransız halkı”, Almanya anayasası “Alman halkı” ve “Almanlar”, İspanyol anayasası “İspanyol ulusu” ifadelerini kullanıyor ve kimse de bunu bir mesele haline getirmiyor.
Çünkü bu ülkelerde bu kavramlar etnik bir kimliğe, ana dile bağlı bir kimliğe işaret etmiyor. Ülkede yaşayanların çoğunluğunun ana dili Fransızca olduğu için ülkenin adı Fransa olabilir ve bu ülkenin vatandaşlarına “Fransız ulusu” veya “Fransız halkı” denebilir; ülkede yaşayanların çoğunluğunun ana dili Almanca olduğu için ülkenin adı Almanya olabilir ve bu ülkenin vatandaşlarına “Alman ulusu” veya “Alman halkı” denebilir; ülkede yaşayanların çoğunluğunun ana dili İspanyolca olduğu için ülkenin adı İspanya olabilir ve bu ülkenin vatandaşlarına “İspanyol ulusu” veya “İspanyol halkı” denebilir; ülkede yaşayanların çoğunluğunun ana dili Türkçe olduğu için ülkenin adı Türkiye olabilir ve bu ülkenin vatandaşlarına “Türk ulusu” veya “Türk halkı” denebilir. Bu durum, söz konusu ülkelerde, herkesin etnik kimlik ve ana dile bağlı kimlik bağlamında Fransız, Alman, İspanyol, Türk olacağı ve olmak zorunda kalacağı anlamına gelmez.
Ancak yine de Güler’in açıklamalarının sorunsuz olduğunu söylemek olanaklı değildir.
Birincisi, Güler TBMM’deki konuşmasında, “Türk ulusu” derken neyi kastettiğini daha açık bir biçimde ifade edebilirdi, “Kürt milliyeti” sözü yerine de, “Kürt kimliği” sözünü kullanabilirdi. Güler’in kullandığı ifadeler, “Bir etnik kimlik olarak Türklerin Kürtlere göre üstün olduğunu iddia ediyor” biçiminde yorumlanmaya açıktı.
Diyelim ki Güler burada, BDP’lilerin sözleri karşısında heyecanlandı, öfkelendi ve bir dil sürçmesi yaşadı. Ancak konuşmanın kalan kısmı da başlı başına bir sorun. Çünkü Güler, bir yandan “Kürt sorunu” diye bir şeyin olmadığını, aslında “Türk sorununun olduğunu”, bir yandan da “savunma amaçlı saldırıya geçeceklerini” söyledi.
Bunlar gerçekten, bir CHP milletvekilinin söylememesi gereken sözlerdir.
Birincisi, Kürt sorununu 12 Eylül 1980’den sonra Türkiye’nin siyasal gündemine getirenler CHP’lilerdir. 12 Eylül askeri diktatörlüğü tarafından CHP kapatılmıştır; CHP kadroları bunun yerine SHP’yi kurmuşlardır ve Erdal İnönü’nün liderliğindeki SHP, 1989 yılında hazırladığı bir raporla, Kürt sorununu, 12 Eylül’den sonra gündeme sokan ilk siyasal parti olmuştur.
İkincisi, Kürt sorunu ve ona yönelik çözüm önerileri, yakın geçmişte, onlarca yıldır, CHP Programı’nda yer almaktadır. Halen geçerli olan ve Kemal Kılıçdaroğlu Genel Başkan olmadan önce kabul edilen CHP Programı’nda da, Kürtlerin ve Kürt kültürünün asimilasyonuna son verilmesi gerektiği açık bir biçimde ifade edilmiştir.
Bir partinin kurumsal kimliğini belirleyen ana unsur, o partinin Kurultay tarafından kabul edilmiş programıdır. CHP Programı da, Kurultay delegelerinin onayı ile kabul edilmiştir. İster Milletvekili olsun, ister Parti Meclisi Üyesi olsun, ister Merkez Yürütme Kurulu Üyesi olsun, ister İl ve İlçe Başkanı olsun, ister Genel Başkan Yardımcısı olsun, ister Genel Başkan olsun, kimse CHP Programı’nın üzerinde değildir ve kimse bu programdaki ilkelerle çelişen sözler kullanamaz. Bir kişi CHP’ye üye olurken, CHP’nin kurumsal kimliğini belirleyen CHP Programı’ndaki temel ilkeleri kabul ederek üye olur. Tüzüğe göre bu ilkelere aykırı politikalar üretenler hakkında da disiplin cezası uygulanır.
Üyeler, Program Kurultayı’nda Program’ı değiştirmek için önerilerde bulunabilirler, ancak Program, Kurultay tarafından onaylandıktan sonra, Program Kurultayı gündemde yokken, Program’daki temel ilkelere aykırı söylemlerde bulunamazlar.
Ancak nasıl oluyorsa, CHP Programı’ndaki ilkelerle çelişki oluşturan politikacılar sık sık, “biz kitle partisiyiz” gerekçesiyle bu partiye üye yapılmakta, üst düzey görevlere getirilmektedir. Geçmişte bunun birçok örneği yaşandı. Kemal Derviş, Yaşar Nuri Öztürk, İlhan Kesici gibi kişiler buna dair tipik örneklerdi.
Son zamanlarda CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün ile de benzer bir sorun yaşanıyor.
Şimdi ona CHP İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler de eklendi.
Birgül Ayman Güler “Kürt sorunu yoktur” diyor, CHP Programı “Kürtlerin asimilasyonundan” söz ediyor. CHP Programı’na göre Kürtlerin asimilasyonu söz konusu ise, CHP’li bir milletvekilinin iddia ettiği gibi, Kürt sorunu diye bir şey nasıl var olamıyor?
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bu insanları hangi ölçütlere göre, nereden buluyor, bunu anlamak gerçekten olanaklı değil.
CHP Programı’nda Kürt sorunuyla ilgili bölümü her CHP’linin okuması gerekir. Hatta CHP’yi, Kürt sorununu yok saymakla suçlayan, aşırı milliyetçi ve faşist olmakla suçlayan medya üyeleri, akademisyenler ve siyasiler de bu metni okumalıdırlar.
CHP Programı’ndaki ilgili bölüm aynen şöyledir:
“CHP daha 1989 yılında Kürt kökenli yurttaşlarımızın karşılaştıkları sorunları açık yüreklilikle ortaya koymuş; etnik köken farklılıklarına, kültürel çoğulculuğa, bireysel kültürel haklara olan saygımız, demokratik değerlere, eşitliğe ve hoşgörüye olan bağlılığımız çerçevesinde toplumumuza, üniter devlet ve ulus devlet temeli dikkate alınarak kısıtlamaların kaldırılması ve çağdaş, kalıcı çözümler bulunması için politikalarını sunmuştur.
CHP devletin etnik farklılıklar üzerine politikalar oluşturmasını benimsemez. Devletin görevi bütün etnik kimlikleri din ve mezhep farklılıklarının üzerine çıkarak insanı odak yapan yaklaşımları ortaya koymak, ortak değerleri bulup çıkarmaktır. Ancak etnik kimliğini bireysel olarak vurgulamak isteyenleri saygıyla karşılar ve etnik kimliği insanların şerefi sayar. Devletin vatandaşların etnik kökenini, dinini ve mezhebini görmeyen, bütün vatandaşlara eşit davranan bir yapıya sahip olmasını savunur. Sorunların sadece yasalardaki eksikliklerden değil, uygulamadaki bazı yanlışlıklardan kaynaklanabileceğini düşünerek bu evrensel insan hakları ve özgürlükler değerlerini hayata geçirmeye özen gösterir.
Yurttaşlarımızın farklı etnik kökenden gelmeleri, farklı kültürel, mezhepsel, dinsel özellikler taşımaları, birlikteliklerinin ve ortak bir ulus oluşturmalarının engeli olamaz. Bu farklılıklar ulus olarak zenginliğimizdir, güç kaynağımızdır.
Kişisel kültürel haklara saygı, kişinin kimliğine saygıdır; insana, insan haklarına ve çoğulcu demokrasiye saygının gereğidir. Kişisel kültürel haklar hiçbir erk tarafından çiğnenemez.
Kimsenin ırkı ve kökeni diğerinden üstün değildir. Bu nedenle ırk temelinde çözüm arayışlarının veya asimilasyon uygulamalarının tuzaklarından demokrasimiz kendini her zaman korumalıdır. CHP’nin entegrasyon anlayışı farklı etnik kimliklerin ve inançların ortadan kaldırılmasını değil, onlara saygı göstererek ülke bütünlüğünün ulus devlet anlayışı ile korunmasını öngörür.
Demokrasilerde devletin etnik kimlikleri yok sayma hakkı yoktur. Etnik kökeni ne olursa olsun vatandaşların bireysel haklarının çağdaş ülkeler seviyesine yükseltilmesi hedefimizdir.
CHP, uygulamaya koyacağı, hoşgörü, demokrasi, kültürel çoğulculuk, eşitlik ve bölgesel gelişme politikaları ile ülkenin her yöresinde, her kökenden insanlarımız arasında toplumsal uyumun, dayanışmanın, bütünlüğün ve refahın güvencesini oluşturacaktır.
Her etnik kökenden yurttaşımızın, kendi özgür irade ve talepleri çerçevesinde; kendi ana dilini özgürce kullanabilmelerine, özel dershaneler veya kurslar gibi kurumlar kurarak anadillerini özgürce öğrenebilmelerine ve öğretebilmelerine, kendi ana dillerinde gazete, dergi, kitap yayınlamalarına ve diğer her türlü yazılı ve sözlü yayında bulunabilmelerine, müzik ve sanatın diğer dallarında faaliyette bulunabilmelerine, Türkiye sınırları içinde yayın yapan radyo ve televizyon kurum veya kuruluşları üzerinden, RTÜK’ün genel kuralları çerçevesinde, kendi anadillerinde yayın yapabilmelerine, değişik kültürel etkinliklerde bulunabilmelerine, kendi folklorlarını yaşatabilmelerine ve geliştirebilmelerine, tüm bu ve benzeri bireysel kültürel haklara özgürce ve dilediğince ulaşabilmelerine olanak tanımayı çağdaş demokrasi anlayışının gereği sayar.
Ülkemizin aynı ana dili paylaşan ve etnik kökene sahip en yaygın unsurlarından birini oluşturan Kürt kökenli yurttaşlarımızın yoğun biçimde yaşadıkları bölgemizdeki sorunlarını da bu anlayışla çözeceğiz. Bu yöndeki çalışmalarımızı sosyal demokrat yaklaşımımız gereği insanı temel alan bir anlayışla sürdüreceğiz. CHP, bu ilkeler temelinde şekillenen politikaları ve uygulamaları ile başta Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimiz olmak üzere Türkiye’nin her yöresinde yaşayan Kürt, Arap, Boşnak, Laz, Gürcü, Çerkez, Abaza, Arnavut, Roman gibi farklı etnik kimliklere sahip tüm insanlarımızı huzura, barışa, gelişmeye ve sosyal refaha taşıyacaktır. Bu yurttaşlarımızdan hiçbirine karşı ayırımcı muamele yapılmaması, hiçbir alanda haklarının kısıtlanmaması, devlet hizmetlerinden yararlanmada güçlükle karşılaşılmaması için gerekli önlemler alınacaktır. Toplumsal gelişmeye uyum sağlamalarına ve katılımlarına engel olan sosyal dışlanma için kalıcı ve köklü çözümler oluşturulacak, toplumsal kaynaklara eşit biçimde erişimlerini sağlayacak sosyal alanlar yaratılacak, vatandaşlık haklarından eksiksiz yararlanmaları sağlanacaktır.”
İşte CHP Programı’nda Kürt sorunu bu şekilde ifade ediliyor. CHP içinde şu anda yaşanan “Kürt krizine” verilecek en iyi yanıt da budur.
CHP Adıyaman Milletvekili Salih Fırat ve onun gibiler, CHP Programı’na aykırı hareket eden Güler’e ve onu destekleyenlere kızıp istifa edeceklerine, partinin kurumsal kimliğini ve Programı’nı dikkate alsalardı, o doğrultuda mücadele etselerdi, daha yararlı bir iş yapmış olurlardı.
CHP hiçbir siyasetçinin tapulu malı değildir!
Bunu herkes böyle bilsin!