D_Masthead_970x250
Bu hafta içerisinde, Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde görev yapan birçok üst düzey komutan hakkında ortaya atılan “darbecilik” suçlamalarıyla ilgili olarak çok önemli gelişmeler yaşandı.

 

Bu hafta içerisinde, Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde görev yapan birçok üst düzey komutan hakkında ortaya atılan “darbecilik” suçlamalarıyla ilgili olarak çok önemli gelişmeler yaşandı. Bu gelişmeler, komutanlar hakkında ortaya atılan “darbeye teşebbüs etmek, darbe planı yapmak” ve “terör örgütü üyesi olmak” gibi suçlamaları ve iddiaları önemli bir ölçüde zayıflatan gelişmelerdi.

 

Ancak nasıl oluyorsa medya, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler ve sözde aydınlar yine başlarını kuma gömdüler, bu gelişmeleri görmezden geldiler. Gazetecilerin, yazarların, öğretim üyelerinin, siyasetçilerin, sivil toplum örgütü üyelerinin hapislere atılmasına yeterince sesini çıkartmayanlar, askerler konusunda da neredeyse tam bir sessizliğe gömüldüler.

 

Oysa bu hafta çok önemli iki haber vardı. Ama bu haberi televizyonların çoğu görmedi, gazetelerin çoğu görmedi, gazetelerin çoğu bu haberi iç sayfalara, küçük boyutlarda, pul gibi gömdüler. Oysa uygar bir ülkede, demokratik bir ülkede, bu haber tüm gazetelerde birinci sayfadan manşet olur, tüm televizyonlarda birinci veya ikinci haber olarak yer alırdı.

 

Bir ülkede o ülkenin ordusunun önde gelen komutanları “darbeci” ve “terörist” olmakla suçlanacak, ancak bu suçlamayı yerle bir edecek bir gelişmeyi medya görmeyecek! Böyle bir şey olabilir mi?!

 

Haber T24’te yer aldığı biçimiyle aynen şöyleydi:

 

Balyoz davasının delilleri arasında gösterilen 11, 16, 17 No'lu CD'ler üzerinde yapılan bilirkişi incelemesinde, sahtecilik tespit edildi. ABD'de hükümet, emniyet ve hukuk firmalarına danışmanlık yapan bilirkişinin incelemesinde Balyoz CD'lerindeki 76 dosyanın sonradan oluşturulduğu belirlendi.

 

Balyoz davasının delilleri arasında gösterilen 11, 16, 17 No'lu Cd'ler üzerinde yapılan bilirkişi  incelemesinde, sahtecilik tespit edildi. İnceleme, Amerika'da

10 yıldır hükümet, emniyet ve hukuk firmalarına danışmanlık yapan  "Arsenal Consulting" isimli danışmanlık şirketi tarafından yapıldı. Balyoz CD'lerindeki 76 dosyanın sonradan oluşturulduğu belirlendi.

 

Bilirkişi raporuna göre, 2003 tarihli olduğu iddia edilen Balyoz CD'lerinde 2006 yılında kullanılmaya başlanan bilgisayar programı kullanıldığı belirlendi. Dolayısıyla, Balyoz CD'lerinin en erken 2006 yılında hazırlanmış olabileceğine dikkat çekildi.

 

Balyoz davasının en önemli delilleri  arasında sayılan  11, 16,17 NO'lu CD'lerin imajları, ancak geçtiğimiz Kasım ayında sanık avukatlarına dağıtılmıştı.

 

Avukatlar, CD'lerin imajlarını, Amerika'da 10 yıldır hukuk, emniyet ve hükümete danışmanlık yapan bir şirkete incelettirdi. Danışmanlık şirketi tarafından hazırlanan raporda, 11 ve 17 NO'lu CD'lerde bulunan  en az 76 dokümanın tarih ve zamanlarında sahtecilik yapıldığı sonucuna varıldı.

 

Raporun sonuç bölümünde ise, "11 ve 17 numaralı CD'lerin oluşturulma tarihi, en erken 2006 ortası olabilir" denildi ve "delillerde yapılan oynamalar nedeniyle, 11  ve 17 numaralı CD'lerdeki tüm dokümanların orijinalliği hakkında ciddi bir endişe taşındığı" vurgulandı.

 

Darbe girişimleriyle ilgili  davalar başladığından bu yana, sanıklar ve avukatları, ısrarla bir çok delilin kendilerine ait olmadığını, sonradan yerleştirildiğini iddia ediyordu. 

 

Aylardır yüzlerce asker bu CD’lerden dolayı tutuklu, ancak bu CD’lerin sahte olduğuna dair hazırlanan bilirkişi raporu medyada buharlaştı! Daha önce, sahte belge üretildiği iddiasını ortaya atan Dani Rodrik ve Pınar Doğan Rodrik’in “Balyoz: Bir Darbe Kurgusunun Belgeleri ve Gerçekleri” kitabı, Türkiye medyasında nasıl sinek vızıltısı gibi algılandıysa, bu konularda uzman ABD merkezli “Arsenal Consulting” kurumunun bilirkişi raporu da “büyük Türk medyasında” buharlaştı!

 

“Balyoz Skandalı!” olarak ön plana çıkması ve haberleşmesi gereken olay, satır aralarında uçtu gitti!

 

“Büyük Türk medyasının” buhar makinasında buharlaşan tek haber bu da değildi. Bir diğer haber de, “Balyoz” davasından tutuklu komutanların ve askerlerin, yargı sürecinde adalet bulamadıkları için, kendilerini savunmak amacıyla, kamuoyuna yaptıkları açıklamaydı. Bu savunmada da çok önemli bazı bilgiler ve açılımlar yer alıyordu. Ancak Türk medyasının icad ettiği, daha doğrusu Stalin ve Hitler gibi diktatörlerden kopyaladığı ve günümüze uyarladığı “Haber Buharlaştırma Makinası”, bunu da buharlaştırdı!

 

James Watt 18. yüzyılda buhar makinasını icad ederek Avrupa’da sanayileşme hamlesine öncülük etti, “büyük Türk medyası” da 21. yüzyılda geliştirilmiş bir “Haber Buharlaştırma Makinası” icad ederek, demokratikleşme yönünde büyük atılımlar gerçekleştirdi!

 

“Holding medyasının” buharlaştırdığı bu açıklamayı herkesin dikkatle okuması ve bunun üzerine düşünmesi gerekir.

 

Açıklamanın T24’e yansıyan tam metni şuydu:

 

Kamuoyunun ve sizlerin çok iyi bildiğiniz gibi “Balyoz Davası”, 2003 yılında dönemin 1’inci Ordu Komutanı’nın Harp Akademileri Komutanı, Donanma Komutanı ve Jandarma Bölge Komutanı ile birlikte bazı subaylara “Balyoz, Suga, Oraj, Sakal, Çarşaf” adı verilen darbe planları hazırlatması ile bu planların 5-7 Mart 2003 tarihinde Ordu Komutanlığında yapılan bir seminerde örtülü olarak denenmesi iddiası ile açılmış bir davadır.

 

Bu davada 250’si tutuklu 365 Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu yargılanmaktayız. Bunların yarısından fazlası halen görevde olan muvazzaf personel olup, 57’si ise her rütbeden general ve amiraldir. Bizler, bir “hukuk garabeti” iddianame ile kendi ülkemizde aylardır özgürlüğümüzden yoksun, esir olarak tutuluyor ve dünya hukuk tarihine kara bir leke olarak geçecek şekilde haksız ve hukuksuz olarak yargılanıyoruz.

 

Bu davanın başından beri bir kısım yazılı ve görsel basının masumiyet karinesini ve yasaları ayaklar altına alarak, aleyhimize yapılan ve hakarete varan iftira ve yorumlarda bulunmalarına, Türk subayını ve generalini yine yasalara aykırı olarak yargılanmadan çete üyesi olarak ilan etmelerine rağmen, suçsuzluğumuz ve kendimize olan güvenimiz nedeniyle bugüne kadar vakur duruşumuzu bozmadık, bundan sonra da bozmayacağız. Zira bizler devlet terbiyesi içinde yetiştik. Devletin ve milletin kendi ordusuna karşı bu kadar büyük bir haksızlık ve hukuksuzluğa izin vermeyeceğini, devletine ve milletine yıllardır, büyük bir özveri ile ölümüne hizmet eden TSK mensuplarına karşı yapılan bu ihaneti göreceğini düşünerek adaletin tecelli edeceğinden endişe etmedik ve asker metaneti içinde sabırla bekledik.

 

Ancak mahkemenin savunmanın taleplerini görmezden gelen haksız ve hukuksuz uygulamaları, bizim bu düşünce ve söylemlerin doğruluğundan şüpheye düşmemize neden oldu. Acaba, güvendiğimiz Türk adaleti, güvenimizi boşa mı çıkarıyordu?

 

Gelinen bu aşamada kamuoyunu ve sizleri doğru olarak bilgilendirmenin gerektiğine inanarak bu mektubu yazma ihtiyacını hissediyoruz. Aslında yazılacak ve söylenecek o kadar çok şey var ki ciltler dolduracak kitap olur. Zamanınızı da fazla almadan sadece ana konulara değinerek dava hakkında bazı önemli hususlara açıklık getireceğiz.

 

Balyoz davasının anlaşılabilmesi için şu nokta çok önemlidir: Balyoz davasının dayandırıldığı plan semineri ile seminerde provasının yapıldığı iddia edilen sözde “Balyoz ve ilgili diğer Güvenlik Harekât Planları”nı mutlak suretle birbirinden ayırmak gerekmektedir. Çünkü Balyoz davasının iddianamesi incelenirse savcı tarafından seminer yapılması nedeniyle değil, fakat seminerde sözde Balyoz adlı bir planın örtülü olarak denendiği iddiası ile atılı suçlamanın yapıldığı görülecektir.

 

Plan seminerinde, 1’inci Ordu’nun hasım ülkeye yönelik harekât planı, olabilecek en kötü duruma göre tartışılmıştır. Yani, hasım ülkeyle cephede savaş varken ve Ordunun bazı birliklerinin de İç Güvenlik Harekâtı nedeniyle diğer cepheyi takviye ettiği koşullarda, yine 1’inci Ordu Komutanlığı’nın geri bölgesinde olabilecek karışıklıklara karşı, sıkıyönetim ilanını takiben alınabilecek tedbirler de görüşülmüştür. İki buçuk gün süren seminer sürecince katılımcılar tarafından yapılan tüm sunumlar ve konuşmalar Ordu Komutanının emriyle kayıt altına alınmış, CD ve kaset olarak Ordu Karargâhında saklanmıştır. Bu kayıtlar, yıllar sonra bazı işbirlikçiler tarafından karargâh dışına sızdırılmıştır. Bugün seminere katılan toplam 162 kişiden sadece 51’i sanık olarak yargılanmaktadır. Eğer seminer iddia edildiği gibi bir darbe planının denendiği seminer olsaydı diğer katılımcıların da iddianamede yer alması gerekirdi. Davada yargılanan toplam 365 sanıktan 314’ü seminere kesinlikte katılmamıştır.

 

Diğer taraftan sanıkların suçlanmasına neden olarak gösterilen sözde “Balyoz ve ilgili diğer Güvenlik Harekât Planları”, 5-7 Mart 2003 tarihlerinde icra edilen seminerden yıllar sonra, 1’inci Ordu Komutanlığı Karargahından sızdırıldığı anlaşılan seminerdeki gerçek konuşma ve sunumlarla ilişkilendirilmek suretiyle, art niyetli kişiler veya gruplarca bilgisayar ortamında kurgulanıp üretilmiş, sahteliği duruşmalarda defalarca kanıtlanmış, yazıcı çıktılarının dahi alınmadığı savcı tarafından belirtilen, tamamı imzasız sanal/dijital planlar ve bunlarla bağlantılı olduğu izlenimi verilen yazışmalardır. Seminerde yapılan sunum ve tartışmalarda, hiçbir şekilde “Balyoz” adı, bu planın alt planları olduğu iddia edilen Hava Kuvvetlerinin “Oraj”, Deniz Kuvvetlerinin “Suga”, Jandarmanın “Sakal” ve “Çarşaf” planlarının adları asla geçmemiş ve tartışma konusu olmamıştır. Bunu tanıklar da teyit etmiştir.

 

İçeriği sahte herhangi bir yazının bilgisayarda üretilmesi ve üst veri bilgilerinin herhangi bir kişi adına tanzimi her zaman mümkündür. Bu davada art niyetli kişiler veya gruplarca yapılan sahtekârlık işte budur. Birileri, 2008 yılı sonrasında, bir bilgisayarda 1’nci Ordu Plan semineri kayıtlarından istifade ederek sahte planlar düzenlemiş, üst veri bilgilerini tasfiye etmek istediği subayların adına tanzim etmiş, oluşturma ve son kayıt zamanlarına 2003 yılını yazmak suretiyle, suçlamaya ve tutuklamaya dayanak teşkil eden dijital verileri üretmiştir. Üst veri bilgilerindeki sahtekârlıklar, sorgulamalarında, sanıklar ve avukatları tarafından hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde açık ve net olarak ortaya konmuş, ayrıca bunların 2007 yılında piyasaya sürülen bilgisayar programı ile oluşturulduğu tarafsız bilirkişi raporları ile de teyit edilmiştir.

Örneğin sözde cami bombalamak için 2003 yılında yapılan keşif raporlarında adı geçen bazı cadde ve sokak isimlerinin 2006 yılında verildiğini gösteren İstanbul Büyükşehir Belediyesinin resmi yazısından bilginiz var mı? Aksaz’da gizli toplantıda olduğu iddia edilen amirallerin o zaman diliminde yabancı bir limanda olması, sözde “gözaltına alınacak personel” isimlerinden oluşan listedeki üniversite öğrencilerinden bir kısmının o tarihte henüz ortaöğretim çağında bulunması, bazı kurumlarda gösterilen personelin ise o kurumlara 2006 yılından sonra girmiş olduklarının resmen tespit edilmesi ya da sözde darbe hazırlığı için görev yapan gemilerin esasen o tarihte tersanede bakımda olması gibi daha nice sahtekârlıkları resmi duruşma kayıtlarında, davayla ilgili internet sitelerinde bulabilirsiniz. 2008 yılından sonraki bir tarihte 2003’e aitmiş gibi bir plan hazırlamak birçok yalanı bir araya getirmeyi gerektirdiğinden sahtekârlar tarafından yaratılan sözde planlarda ve yazışmalarda 1500’ün üzerinde hata yapılmıştır. Tüm bunlara gözlerini ve kulaklarınızı kapamak bir kısım subayları suçlu durumuna düşürmek isteyen komplocu insanların hain oyununa gelmek olacaktır.

 

Türkiye’de aydınlar, bilim insanları, siyasetçiler, sivil toplum kuruluşları ve adaleti sağlamakla görevli kurumlar başlarını kuma gömme hakkına sahip değildir.

 

Eğer bu konuda yukarıdaki ifadelere katılmayanlar varsa, içine şüphe düşmeli ve gerçeği araştırmalıdır.

 

Eğer yukarıdakilerin gerçeğin ifadesi olduğu biliniyor, susuluyor veya göz yumuluyorsa kamuoyunu doğru aydınlatma sorumluluğu yerine getirilmiyor demektir.

 

Diğer taraftan yukarıdaki gerçekler biliniyor fakat bunun aksi söylenerek, “Silahlı Kuvvetlerin içindeki bir cuntanın temizlendiği ve bu yolla Türk demokrasisinin ilerlediği” iddia ediliyorsa, ülkemize onarılması zor zararlar da verilmektedir.

 

Haksız ve hukuksuz olarak masum insanların bile bile rehin alınmalarını, “demokrasi adına yapılması gereken bir hareket” olarak görmek veya “başka çaresi yoktu, masum insanlar suçlansa da bu yapılmalıydı” diye düşünmek, gerçek ve ahlaki olmadığı gibi, hukuka uygun bir düşünce de değildir.

Bizim de her zaman en büyük arzumuz, Türkiye’de gelişmiş bir demokrasinin yerleşmiş olmasıdır. Ancak düzmece olayların ve yalanların yanında saf tutmak vicdanları kanatan, yanlış ve insanlığa yakışmayan bir davranıştır. Demokrasimizin gelişmesine de bir katkı yapması beklenmemelidir.

Bazı insanlar Balyoz Davasında neler olduğunu tam olarak bilemeyebilir, yanlış bilgilendirilebilir veya çeşitli nedenlerle bilmiyor gibi görünmek de isteyebilir ve hatta bile bile yanlış da yazabilir, söyleyebilir. Ancak yaşadığımız bilgi çağında dünya kamuoyu her şeyi açık seçik bilecek ve tüm dünyada “Türk Ordusu, basit bir komplo ile general, amiral ve subayları saf dışı edilebilir bir Ordudur” şeklinde algı yaratılmış olacaktır. İşte bu tarihe ve çocuklarımıza bırakabileceğimiz en kötü mirastır ve Türk tarihine ihanettir. Ülkemizin geleceğini de ipotek altına alabilecek bu durumdan bir an önce kurtulmamız gerekmektedir.

 

Türk milletinin, her zaman gerçeğin ve doğrunun yanında olan, aydın duruşunuza ihtiyacı vardır. Gelecekte, Türkiye’nin şu anda yaşadığı olaylar ve gerçekler bütün açıklığıyla ortaya çıktığında, gerçeğin yanında yer almanın onuru ile yaşamanın hepimize daha çok yakışacağını düşünmekteyiz. Mektubumuzu haksız yere tutuklanmış bir düşünürün şu sözleri ile bitirmek istiyoruz “Tutuklu iken beni en çok üzen düşmanlarımın hakkımdaki kötü sözleri değil, dostlarımın sessizliği olmuştur!”

 

İlginize teşekkür eder, saygılarımızı sunarız.

 

Bu açıklama daha yankılanmadan ve herhangi bir ses getirmeden, “Balyoz” davası Savcısı, tutuklu tüm sanıklar için 20 yıla kadar varan hapis cezaları istedi!

 

Diğer bir tarafta da, “İnternet Andıcı” davasında tutuklu yargılanan, internet sitelerini kullanarak “darbe planları yapmakla” ve “terör örgütü yöneticisi olmakla” suçlanan Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ, bu haftaki duruşmasında şöyle dedi:

 

Bir Genelkurmay Başkanı'nın böyle iddialarla suçlanmaya çalışılması, yetersizliğin komedisidir. Bu iddianameye hiçbir itibarım yoktur. Bana terör örgütü yöneticisi diyenlere şaşarım. Bu suçlama hiçbir zaman kişisel suçlama olarak kabul edilemez. Bu suçlama gerçekte şahsım üzerinden Türk Silahlı Kuvvetleri'ne de yöneltilen ağır bir suçlamadır. Anayasa'nın 148. maddesi gereğince yargılanacağım yer Yüce Divan’dır. Bu nedenle mahkemenizin beni yargılamakla görevli olmadığını düşünüyorum. Savunma yapmayacağım, hiçbir soruya da cevap vermeyeceğim.

 

Bu ülkede gazetecinin, yazarın, sanatçının, bilim adamının, öğretim üyesinin, siyasetçinin, sivil toplum örgütü liderinin onuru var da, askerin onuru yok mu?! Bu ülkede Başbakan’ın, Cumhurbaşkanı’nın, siyasi parti Genel Başkanı’nın, Bakan’ın, Milletvekili’nin, Müsteşar’ın onuru var da, askerin onuru yok mu?! Bu ülkede öğrencinin, işçinin, çiftçinin, memurun, doktorun, öğretmenin onuru var da, askerin onuru yok mu?!

 

Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel kurumlarından birisidir. Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliğini sağlayan en üst kurumdur.

 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin onurunu kim koruyacak?!

 

Asker de herkes gibi insan değil mi?! İnsanın onurundan söz edenler, konu askere gelince, onlara karşı yapılan olası haksızlıklara karşı neden seslerini çıkartmazlar?!

 

Nedeni aslında malum. Malum olmayan ve zor olan, bu nedenlerin ortaya çıkmasını önlemek, Türkiye’de adaleti sağlamak.

 

Zor olan, adalet ve cesaret denen iki temel erdeme sahip olmak!

 

İlgili İçerikler