İnsan haklarından ve demokrasiden biraz olsun anlayan herkes, düşüncenin...
İnsan haklarından ve demokrasiden biraz olsun anlayan herkes, düşüncenin ve düşüncenin ürünü olan kitapların, makalelerin suç unsuru oluşturamayacağını bilir. Bizim yasa yapan siyasetçilerimizin, yargıçlarımızın, savcılarımızın, polislerimizin birçoğu bunu bilmez, ama demokratik bir ülkenin siyasetçileri, yargıçları, savcıları, polisleri bunu bilirler. Bunu bilmezlerse zaten demokratik bir ülkenin değil, diktatörlükle yönetilen bir ülkenin siyasetçisi, yargıcı, savcısı ve polisi olurlar. Bu kadar temel ve basit bir ilke neden bu kadar anlaşılmaz bir hal alır, Türkiye’nin siyasetçileri, yargıçları, savcıları ve polisleri bunu neden bir türlü anlamazlar, insan buna hayret ediyor. Hem Türkiye’de demokrasi ve insan hakları bilinci yüksek vatandaşlar, hem de Avrupa Birliği, şu anda Türkiye’de olup bitenler karşısında büyük bir şok ve şaşkınlık yaşıyor. Siyasetçilerin, gazetecilerin, yazarların, öğretim üyelerinin tutuklanmaları yetmiyormuş gibi, şimdi bir de henüz basılmamış kitaplar imha ediliyor, yayınevleri, gazete binaları basılıp aranıyor, üniversite öğretim üyelerinin evlerine, ofislerine baskın yapılıyor, kişilerin yazdıkları metinlere, ellerindeki araştırma belgelerine el konuyor. İnsan bunları gördükçe dehşete kapılıyor. Sanki bunlar gerçek değil, bir rüya, bir kabus; sanki 12 Mart veya 12 Eylül askeri rejimlerine bir anda geri ışınlandık, demokratikleşme doğrultusunda gösterdiğimiz çabalar, elde ettiğimiz mesafeler bir anda sıfırlandı, tüm emekler, mücadeleler boşa gitti. Demek ki verilen emekler bir anda bu kadar kolay bir biçimde buharlaşabiliyormuş. Bir şeyi üretmek, yaratmak çok zor, ama yıkmak çok kolay. Türkiye’de yaşanan son olaylar bunu bir kez daha kanıtladı. Avrupa Birliği’ne üye olmaya çalışan bir ülke bir anda dünyanın en katı diktatörlükleri ile aynı kategoriye düştü. Önümüzdeki aylarda ve yıllarda uluslararası insan hakları raporlarında bu resmen tescil edildiğinde kimse şaşırmasın. Bugün Türkiye’de kitaba, makaleye ve belgeye, tabanca, makineli tüfek ve el bombası muamelesi yapılıyor. Gazete binaları, yayınevi binaları, gazetecilerin, yazarların, öğretim üyelerinin evleri ve ofisleri de sanki cephanelik! Bu kadar büyük bir ilkellik içindeyiz . Cahillik her tarafı sarmış artık. Siyasetçi, gazeteci, yazar, öğretim üyesi bir terörist ve çete üyesi; ona ait kitap, makale ve belge de silah. Bu kadar saçma ve komik bir durum olamaz. Türkiye’de yargı ve güvenlik birimleri, bir terör eylemi ile bir düşünce eylemini ayırd edemeyecek kadar zeka ve/veya vicdan özürlü mü?! Bu ne cesaret, bu ne cüret! Bu memleketi insanlar sokakta mı buldular? Bu ülke için ne büyük mücadeleler verildi, bu mücadele uğruna milyonlarca yaşam söndü, aile yok oldu, insanlar öldü. Şimdi bu halk bunları kabul mü edecek, bu ülkeyi karanlığa gömmeye çalışanlardan hesap sormayacak mı?! İnsanların düşüncelerini beğenmeyebiliriz. Şu anda “Ergenekon” sürecinden dolayı hapiste yatan kişilerin bir çoğunun birçok düşüncesine ben de katılmıyorum. Ama beğenmediğimiz düşünceleri ve onların sahiplerini hapishaneye mi tıkacağız?! Böyle bir ilkellik ve barbarlık olabilir mi? İnsan düşünceden neden bu kadar korkar? Düşünceler ne olursa olsun, en yanlış düşünceler bile olsalar, ister köktendinci, ister darbeci, ister faşist, ister ırkçı, ne olursa olsun, yanlış düşünce ile terör eylemini, düşünce ile şiddet eylemini ayırd edemezsek, bu ülkede demokratik bir düzen kuramayız. Elbette “Ergenekon” sürecinden dolayı tutuklu bulunan siyasetçilerin, gazetecilerin, yazarların, öğretim üyelerinin düşünce boyutunda gerçekten darbe taraftarı kişiler olup olmadıkları hala bir tartışma konusudur, bunu hala bilmiyoruz. Ancak bu kişiler darbe taraftarı olsalar bile, darbe taraftarı olmak ile darbe yapmayı ve örgütlemeyi ayırd etmek gerekir. Nasıl ki Fethullah Gülen’in, Recep Tayyip Erdoğan’ın düşüncelerinden ötürü yargılanmış olmaları, haklarında dava açılmış olması, haklarındaki tutuklama kararları yanlış ise, İlhan Selçuk’un, Türkan Saylan’ın, Mustafa Balbay’ın, Doğu Perinçek’in, Tuncay Özkan’ın, Soner Yalçın’ın, Doğan Yurdakul’un, Nedim Şener’in, Ahmet Şık’ın, Yalçın Küçük’ün, Mehmet Haberal’ın ve daha birçok kişinin aleyhinde dava açılması, bu kişilerin gözaltına alınmaları, tutuklanmaları da o derece yanlıştır. Savcılık her ne kadar bu kişilerin düşüncelerinden ve yayınlarından dolayı tutuklanmadıklarını, gözaltına alınmadıklarını savunsa da, hangi somut nedenden ötürü tutuklandıkları ve gözaltına alındıkları konusunda bir açıklama yapmadığı için, bu kişilerin darbe örgütlediklerine ve çete üyesi olduklarına dair toplumu ikna edici bir açıklama yapmadığı için, üstelik söz konusu kişilerin uzun yıllar tutuklu yargılanmalarında ısrar ettiği için, inandırıcılığını ve güvenilirliğini tamamıyla yitirmiştir. Bu nedenle “Ergenekon” adı verilen sürecin savcıları Zekeriya Öz, Ercan Şafak, Fikret Seçen’in söz konusu davadaki görevlerine son verilmesi, gecikmiş bir karar olsa da, son derece isabetli olmuştur. Ancak bu savcıların aynı zamanda bir terfi alarak ödüllendirilmeleri, Başsavcı Vekilliği’ne getirilmeleri, büyük bir talihsizlik olmuştur. Bu savcıların kendilerine bağlı çalışan yargı üyelerini de kendilerine benzetmeye çalışmaları, ayrıca “Ergenekon” davasında görevlendirilecek yeni savcıların da eski zihniyetin bir uzantısı olmaları ve bugüne kadar savcılarla birlikte hareket eden mevcut yargıçların aynı tutumlarını sürdürmeleri, bu tutumlarını sürdürmeleri durumunda söz konusu yargıçların da görev alanlarının değişmemesi ve onların yerine demokrat yargıçların atanmaması durumunda, bu süreç felakete doğru gitmeye devam edecektir. “Ergenekon” adı verilen bu sürece yönelik eleştirilerin bu kadar gecikmiş olması, Soner Yalçın, Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmaları sonrasında eleştirilerin artması da ayrı bir utanç vesilesidir. Bu sürecin gayriciddi ve anti-demokratik bir süreç olduğu daha baştan belliydi. Bazılarının iddia ettiği gibi bu sonradan sulandırılmış bir süreç değildir. Cumhuriyet Gazetesi Yazarı İlhan Selçuk’un, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Türkan Saylan’ın göz altına alınmalarıyla, Doğu Perinçek, Mustafa Balbay, Tuncay Özkan ve Mehmet Haberal’ın tutuklanmalarıyla süreç zaten rengini belli etmişti. O zaman bu süreç çok ciddi ve güvenilirdi de, Soner Yalçın, Nedim Şener ve Ahmet Şık tutuklanınca mı gayrı ciddi bir sürece girildi? Bugün Soner Yalçın, Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmaları karşısında ayağa kalkan gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, siyasetçiler, hukukçular, Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri daha önce neredeydi? Soruyorum: Aklınız o zaman neredeydi?! Kaç kişi bu sürece son tutuklamalardan önce tepkisini verebildi?! Eğer bugün verilen tepkiler yıllar önce verilmiş olsaydı, bu karanlık baskıcı günlere bu kadar kolay gelir miydik? Kimse kendisini ve başkalarını kandırmaya kalkmasın: Bugün Türkiye’de yaşanan sivil diktatörlüğün sorumlusu, sadece bu diktatörlüğü kuranlar değil, bu diktatörlüğe karşı sesini çıkartmayıp başını kuma gömenler, üç maymunu oynayanlardır!