Türkiye’de son yıllarda bir Osmanlı hayranlığı modası başladı. Yazarlar, gazeteciler...
Türkiye’de son yıllarda bir Osmanlı hayranlığı modası başladı. Yazarlar, gazeteciler, öğretim üyeleri, sanatçılar, modacılar, aklınıza kim gelirse, televizyonlarda boy gösterip, uzun uzun, ballandıra ballandıra Osmanlı’yı anlatıyorlar, adeta o günlerin özlemi içinde yaşıyorlar. Ekranlardaki ilahiyatçılardan veya cüppelilerden veya mafyavari yerli şiddet dizilerinden veya televolelerden kendinizi kurtarıp, ciddi bir şey seyretmeye kalksanız, şimdi de karşınıza saatler süren Osmanlı analizleri çıkıyor. Üstelik bu tarih adı altında yapılıyor. Sanki tarih Osmanlı’dan ibaret. Elbette herkes kendi tarihini ve geçmişini bilmeli. Buna kimse itiraz edemez. Ancak bu kendi geçmişini bilmek işi, kendi geçmişini anlamamaya ve bilmemeye dönüşürse, bazı lüzumsuz ayrıntılarda takılırsa, olayın hem bütünü hem de özü gözden kaçarsa, konu sadece Osmanlı’da kimin, neyi, ne zaman, nasıl ve nerede yaptığına indirgenip bir tarih dedikodusuna dönüşürse, bunun adı kendini ve tarihteki yerini anlamak değil, sadece Osmanlı fetişizmi olur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması gerektiğini savunan bir siyasetçi ve devrimciydi. Mustafa Kemal Osmanlı’da yetişmişti, ancak Osmanlı’nın anti-tezi idi. Mustafa Kemal, neden Osmanlı İmparatorluğu’na son verilmesi gerektiğini savunuyordu? Kendi deyişiyle, çağdaş uygarlık seviyesini yakalamak için. Çünkü Osmanlı ileri uygarlık düzeyinden kopuktu. Üstelik her zaman kopuktu, her zaman gerideydi. Osmanlı siyasette, bilimde, felsefede ve kısmen sanatta (resim ve heykelde) Batı Avrupa’nın çok gerisindeydi. İleri uygarlık elbette belli bir bölgenin tekelinde olmadı hiçbir zaman. Milattan önceki binyıllarda ve yüzyıllarda Mezopotamya’da, Mısır’da, Hindistan’da, Çin’de, Yunan’da ileri uygarlıklar kurulmuştu. Ancak milattan sonra 1300’lü yıllardan sonra bu gelenek Batı Avrupa’ya ve Kuzey Amerika’ya taşındı. Osmanlı İmparatorluğu’nun var olduğu 14. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar olan döneme baktığımızda, Batı Avrupa’da, sanatta Michelangelo Simoni, Sandro Boticelli, Leonardo da Vinci, doğa bilimlerinde Nicholaus Copernicus, Johannes Kepler, Isaac Newton, sosyal bilimlerde Niccolo Machiavelli, Charles-Louis Montesquieu, Jean-Jacques Rousseau, Karl Marx, felsefede Rene Descartes, Gottfried Leibniz, Baruch Spinoza, John Locke, Francis Bacon, Thomas Hobbes, George Berkeley, David Hume, Immanuel Kant, Georg Wilhelm Hegel, Soren Kierkegaard, Arthur Schopenhauer, Friedrich Nietzsche gibi isimler, devrim niteliğinde eserler ortaya koydular, düşünceler geliştirdiler. Aynı dönemde Johannes Guttenberg tarafından modern matbaanın icad edilmesi, Martin Luther’in öncülüğünde dinde reform hareketleri, teokrasinin, mutlak monarşinin ve feodalizmin sonunu hazırlayan 1776 Amerikan devrimi ve 1789 Fransız devrimi, hem Batı Avrupa hem de Kuzey Amerika uygarlıkları açısından çok önemli gelişmeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Oysa aynı dönemde Osmanlı İmparatorluğu tüm bu gelişmelerin gerisinde kalmıştı, bu seviyede bir uygarlık modeli ortaya koyamamıştı. Üstelik Osmanlı sadece batının değil İslam dünyasının da gerisindeydi. İslam dünyasında ciddi bir bilimsel ve felsefi gelenek olduğu halde, Osmanlı bu geleneği de kendi içine taşıyamamış, örneğin İbn-Sina çapında, İbn-Rüşd çapında bir filozofu da ortaya çıkartamamıştı. Benzer bir durum Bizans İmparatorluğu için de geçerliydi. Bizans’ta da Platon, Aristoteles, Epikuros çapında bir tane bile filozof çıkmamıştır, Antik Yunan’da var olan felsefi ve bilimsel geleneği Bizans kendi içine taşıyamamıştır. Çünkü Bizans’ta da, Osmanlı’da da teokratik bir düzen hakimdi, siyaset de, bilim de, felsefe de, sanat da din tarafından belirleniyor, din tarafından baskı altına alınıyordu. Ancak Bizans kendi dönemi ile karşılaştırıldığında Osmanlı kadar geri sayılmıyordu, çünkü Bizans’ın var olduğu dönemde, Batı Avrupa’da uygarlık adına ortaya konan ve yukarıda özetlediğimiz gelişmeler henüz yaşanmamıştı. Osmanlı Bizans’ın var olduğu döneme, yani 4. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar olan zaman dilimine kopyalansaydı, bu çok büyük bir sorun oluşturmazdı; ancak Osmanlı’nın 19. Yüzyıla kadar Bizans modelini sürdürmesi, Batı Avrupa “Rönesans” ile “Aydınlanma” ile çağ atlarken, Osmanlı’nın aynı dönemde Orta Çağ zihniyetinden kurtulamaması, büyük bir sorun oluşturmuştur. Osmanlı’nın bir hoşgörü imparatorluğu olduğu iddiası da tüm bunlara bağlı olarak ve başka nedenlerden de dolayı uydurma bir fantaziden öte bir şey değildir. Eğer mesele müslüman olmayanlara yönelik tutumsa, Osmanlı bu açıdan da ileri bir noktada değildi. Osmanlı Anadolu’da yaklaşık 2500 yıldır var olan Yunan kültürünün sonlandırılmasına yol açmış, Bizans’ın topraklarını ve kentlerini işgal ederek kendisini kurmuştur. Osmanlı’nın fetih dediği şey, bir Yunan, bir Bulgar, bir Sırp, bir Macar, bir Arap için işgalden başka bir şey değildir. Bunun da ötesinde, Trabzon örneğinde olduğu gibi, söz konusu işgallerden sonra birçok kentteki Hıristiyan nüfus dağıtılmış, yerine müslümanlar yerleştirilmiştir. Osmanlı’da Müslüman olmayanlar müslümanlardan daha yüksek oranlarda vergiye tabi tutulmuş, bu konuda da ayrımcılık yapılmıştır. Aleviler Osmanlı tarafından yok sayılmış, kimlikleri bastırılmış, zulüm görmüş, katledilmiş, Pir Sultan Abdal Osmanlı yönetimi tarafından idam edilmiştir. Son olarak, daha 20. yüzyılın başında, Osmanlı tehcir kararıyla yüzbinlerce Ermeni’nin yaşamını yitirmesine, topraklarını kaybetmesine yol açmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin geri kalmışlığının en temel nedeni Osmanlı İmparatorluğu’nun geri kalmışlığıdır. Mustafa Kemal’in devrimleri kaybedilen 600 yıllık zamanı telafi etmek için ortaya konmuştur. Hilafetin ve saltanatlığın kaldırılması; imparatorluk düzeninden cumhuriyet düzenine geçilmesi; eğitimin, hukukun ve idari yapılanmanın din kurallarından arındırılması, din ve devlet işlerinin ayrılması, laiklik ilkesinin benimsenmesi; bilimsel ve felsefi çalışmalara yönelik açılımların yapılması; kadınlara seçme ve seçilme hakkının, çalışma hakkının verilmesi, örtünme zorunluluğunun kaldırılması ileri uygarlık seviyesine ulaşmak için çok ciddi adımlardır. Elbette Avrupa’nın 600 yılda geldiği noktaya Türkiye’nin 80 yılda gelmesi olanaklı değildir; bugün yaşadığımız sancıları anlamak için Avrupa’nın geçirdiği tarihsel süreçleri incelemek gerekiyor. Her şeyden önce, Osmanlı fetişizminden kurtulmak, neo-Osmanlıcı tutumlardan vazgeçmek, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Mustafa Kemal’e sahip çıkmak gerekiyor.