Bazı olaylar vardır, bunlar tarihsel açıdan çok önemli kırılma noktalarını...
Bazı olaylar vardır, bunlar tarihsel açıdan çok önemli kırılma noktalarını temsil ederler. Bunlar sıradan değişim anları değil, dönüşüm anlarıdır. Şu sıralarda da buna benzer bir dönemden geçiyor dünya. Bu dönem iyi analiz edilmezse, bu analizlere göre öndeyilemeler yapılmazsa ve ona göre önlemler alınmazsa, bu gelişmeler son derece olumsuz ve trajik sonuçlar doğurabilir, insanlığın ve uygarlığın ilerlemesini yavaşlatabilir, hatta engelleyebilir. 2011 yılında, tarihsel kırılma anlarını temsil eden çok önemli üç olay yaşandı. Bunlardan birincisi küresel ekonomik kriz ve ona yönelik tepkilerdir. Avrupa Birliği ülkeleri ekonomik krizin içine düştüler, İrlanda, Portekiz, Yunanistan iflas etti, İtalya ve İspanya iflasın eşiğine geldi, Almanya ve Fransa da bu ülkelerin yükünü kaldıramadığı için, ekonomik felaket senaryosu ile karşı karşıya kaldı. Avrupa Birliği’nin resmi para birimi Euro Avrupa halklarına refah getireceğine felaket getirdi, Euro alanı içinde olan Avrupa Birliği ülkeleri kendilerini ekonomik facianın içinde buldular. Bu Avrupa Birliği kavramına da büyük darbe vurdu, Avrupa Birliği bir para birliğine de indirgendiği için, bir birlik olmaktan çıktı. Amerika Birleşik Devletleri’nde de tarihin en büyük ekonomik krizlerinden birisi yaşandı, milyonlarca insan işsiz kaldı, yoksulluk sınırına düştü, büyük, orta ve küçük ölçekli şirketler battı, devlet bu kurumların bazılarını, özellikle büyük olanlarını kurtarmak için yüzlerce milyar dolar sübvansiyon yaptı, ancak buna rağmen kurtulan halk olmadı, sadece belli başlı şirketler oldu. Bu nedenle, Avrupa’dan farklı olarak genellikle politik bilinç düzeyi zayıf olan ABD’de bile halk sokaklara döküldü, eylemciler “Wall Street’i İşgal Et” sologanıyla New York’ta bankaların ve borsanın merkezi olan Wall Street’i işgal ettiler, bu eylemler ABD’nin dört bir yanına yayıldı, polis zor kullanarak, eylemcileri gözaltına alarak olaylara müdahale etmek zorunda kaldı. Avrupa 19. yüzyıldan beri her zaman politik bilincin yüksek olduğu bir coğrafya olmuştur, sağ-sol çatışması ve çelişkisi bu coğrafyada her zaman var olmuştur, ancak aynı şey ABD için söylenemez. Oysa şimdi ABD’de bile, kapitalizmin göbeğinde bile, kapitalist sistemin temel ilkeleri, yargıları sorgulanır hale geldi. ABD’deki eylemler bu nedenle AB’deki eylemlerden daha önemlidir. Göstericiler üzerinde “Biz % 99’uz” yazılı pankartlarla eylemlerini Eylül ayından beri sürdürüyorlar. % 99’dan kastedilen şey ise, ABD’de zenginlikten yeterince pay alamayan % 99. Çünkü Kongre Bütçe Dairesi’nin 2007 istatistiklerine göre ABD’de nüfusun % 1’i toplam zenginliğin % 34.6’sına sahip. Arkadan gelen % 19 ise toplam zenginliğin % 50.5’ine sahip. Yani nüfusun % 20’si, toplam zenginliğin % 85’ine sahip, nüfusun % 80’i ise toplam zenginliğin % 15’ine sahip. Bu, gelir dağılımında dengesizlik demek, kapitalizmin sınıflar arası uçurumu derinleştirmesi demek, 19. yüzyılda yaşamış olan Karl Marx’ın haklı çıkması demek. Üstelik 2007’deki finans krizinden sonra da durum düzeleceğine daha beter olmuş, devletin sübvansiyonları ve mali destekleri yine sadece zenginlere yaramış. Kriz sonrasında nüfusun % 1’inin toplam zenginlikten aldığı pay daha da artmış, % 34.6’dan % 37.1’e çıkmış! Neden? Çünkü sistem kökten yanlış, sistem değişmeden, düzen değişmeden, ne kadar sübvansiyon ve şirketleri kurtarma operasyonu yaparsanız yapın, durum değişmiyor. Bu nedenle ABD’de insanların önemli bir kısmı çıldırmış ve sokaklara dökülmüş durumda. Eylemcilerin sayısı her ne kadar on binlerle ifade edilse de, eylemi yapanlar sadece öncü kuvvetler; bazı kamuoyu yoklamalarına ve anketlere göre halkın % 59’u bu eylemleri destekliyor. Bu nedenle ABD hükümeti, devlet aygıtı, büyük ölçekli özel sektörü, savunma sanayisi, Pentagon, CIA panik halinde! Bu nedenle polis göstericileri tutuklamaya başladı, onlar üzerinde şiddet uygulamaya başladı! Ama eylemciler yine de yılmıyorlar, üzerinde “Düşünceler Kurşun Geçirmez” yazılı pankartlarla protesto eylemlerini sürdürüyorlar. Sonuç: Kapitalizm iflas etmiştir! İkinci olay, Arap ülkelerinde başlayan başkaldırı sürecidir. Geçen yılın son ayında olay önce Tunus’ta patlak verdi; bu yılın başında, Ocak ayında, Tunus’ta iktidar devrildi. Daha sonra olay Mısır’a sıçradı, nüfus açısından en kalabalık Arap ülkesi olan Mısır’da Mübarek yönetimi devrildi. Ardından olaylar Yemen, Bahreyn, Libya ve Suriye’ye sıçradı. Petrol rezervleri açısından dünyada dokuzuncu sırada yer alan Libya’ya NATO müdahale etti, Kaddafi bunun sonucunda devrildi. Diğer yönetimler ise hala direniyorlar. Malum, Arap dünyasında, Orta Doğu’da, Kuzey Afrika’da, Türkiye ve İsrail hariç, tüm ülkelerde diktatörlük var. Serbest seçimli, çok partili parlamenter sistem sadece Türkiye ve İsrail’de mevcut. Sadece bu iki ülkede, kendi içlerindeki demokrasi sorunlarına ve bazı anti-demokratik uygulamalara rağmen, iktidarlar beş yılda, on yılda, on beş yılda bir değişiyor. Onun dışındaki ülkelerde birisi veya bir aile yönetimin başına çörekleniyor ve onlarca yıl, halka danışmadan, orada kalıyor. Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da demokrasi geleneği diye bir şey yok. Ayrıca bu ülkelerin hepsinde nüfusun büyük çoğunluğu müslüman. Bunun da ötesinde, bu ülkelerde din ve müslümanlık her şeyin önüne geçmiş durumda, din ve müslümanlık temel belirleyici unsur; kimlik ağırlıklı olarak din ve müslümanlık üzerinden belirleniyor. Burada insanların evrene ve yaşama bakış açıları dine endekslenmiş durumda. Evrene ve yaşama ağırlıklı olarak din gözlüğü ile bakıyorlar. Bu ülkelerde din fetişizmi var. Bu ılımlı bir dindar olmaktan ayrı bir şeydir. Din fetişizmi dindarlık değil, dinciliktir. Türkiye’de de kısmen var olan, muhtemelen nüfusun en az yarısında egemen olan bu dinci anlayış, Arap ülkeleri nüfuslarının neredeyse tamamında hakimdir. Bizim Osmanlı’da yüzyıllarca yaşadığımızı onlar hala 2011 yılında yaşıyorlar. Çünkü Mustafa Kemal gibi bir devrimcileri hiç olmamış. O nedenle bilimde, sanatta, felsefede, siyasette geri kalmışlar. Türkiye nasıl Avrupa’nın gerisinde kaldıysa, onlar Türkiye’nin de gerisinde kaldılar. Şimdi bu “Arap Baharı” diye bize yutturulmaya çalışılan şey aslında “Arap Kabusu”nun devamından başka bir şey değildir. Neden? Çünkü burada bir demokrasi geleneği olmadığı için, bir diktatör gelir, başka bir diktatör gelir. Burada yaşanan sadece ve sadece bir iktidar ve güç mücadelesidir, demokrasi mücadelesi falan değildir. Nitekim Tunus’ta yapılan seçimlerde de seçimleri İslamcı Ennahda Partisi % 41 ile kazanmıştır. Bu kadar tantana, bu kadar başkaldırı, İslamcı parti seçim kazansın diye mi gerçekleşmiştir? Nitekim Libya’da ve Mısır’da da dinci partilerin seçim kazanması büyük olasılıktır. Mısır’da Müslüman Kardeşler seçim kazanırsa kimse şaşırmasın! Suriye’de Esad diktatörlüğü devrilirse yerine seçimle İslamcı bir partinin gelmesine kimse şaşırmasın! Elbette bu durum Kaddafi, Mübarek, Esad gibi diktatörlerin varlığını haklı çıkartmaz, onları meşru kılmaz. Ancak asıl sorulması gereken soru şudur: İslamcılık ile demokrasi, dincilik ile demokrasi bağdaşır mı? Tanımı gereği bağdaşmaz! Bu totolojik bir gerçektir. Çünkü demokrasi sadece serbest seçim, sadece sandık, sadece “halkın çoğunluğu ne derse o olur” rejimi değildir. Demokrasi tüm vatandaşların temel haklarının, insan haklarının, siyasal haklarının, ekonomik haklarının güvence altına alınması işidir. İslamcılık ve dincilik ise bunun önündeki en büyük engellerden birisidir. Dinin başka şeylerin, örneğin bilimin, felsefenin, sanatın, siyasetin ve yaşamın önüne geçtiği yerde demokrasi falan olmaz. Din fetişizminin olduğu yerde demokrasi yaşamaz. İstediğiniz kadar diktatör devirin, seçim yapın, bu yine olmaz. Hıristiyan dünya kendi içinde reformlarını yaptı, kendisini sorguladı, dinde reform yaptı, bilimde, sanatta, felsefede, siyasette ileriye yönelik atılımlar yaptı, bu atılımları gerçekleştirmek yüzlerce yıl aldı, bunun ağır bedelleri ödendi, devrim süreçleri, savaşlar, çatışmalar yaşandı, sonunda Avrupa Orta Çağ’ın dinci siyaset anlayışını bırakmayı başardı, kendi içinden anti-tezler çıkarttı, ancak İslam dünyasında bu gelişmeler hiç yaşanmadı, Mustafa Kemal hariç bunun örneğini kimse vermedi. Bu nedenle “Arap Baharı” diye bir şey yoktur, bu bir palavradır. Arap ülkelerinden Mustafa Kemal gibi birisi çıkarsa, onun vizyonuna sahip bir devrimci çıkarsa, ancak o zaman “Arap Baharı”ndan söz edebiliriz. Ennahda, Müslüman Kardeşler, Hizbullah, Hamas, El Kaide ve/veya onların uzantıları seçim kazanınca “Arap Baharı” yaşanmaz, sadece “Arap Kabusu” devam eder! Sonuç: İslamcılık demokrasiyi rehin almaktadır! Üçüncü önemli olay Avrupa’da ırkçılığın ve faşizmin terör düzeyinde örgütlenmiş olmasıdır. Avrupa’da her zaman azınlıkta ırkçı ve faşist grupların olduğu biliniyordu, ancak bunların ortalığı terörize edecek kadar örgütlenmiş oldukları bilinmiyordu. Nitekim Avrupa ilk büyük şoku Norveç’te Andres Behring Breivik adlı bir faşistin, “Avrupa’yı Marksizmden ve İslam’dan temizlemek” gerekçesiyle hükümet binası önünde bomba patlatarak ve Sosyal Demokrat Parti’nin gençlik kampını basarak 76 kişiyi katletmesiyle yaşadı. İkinci büyük şok ise geçenlerde Almanya’da yaşandı. Son yıllarda ülkenin çeşitli yerlerinde öldürülen 8’i Türk, 1’i Yunanlı, 1’i Alman, toplam 10 kişinin, Neo-Nazi bir terör örgütü tarafından katledildiği ortaya çıktı. Oysa eylemler meydana geldiğinde böyle bir olasılık bulunduğu hiç dikkate alınmamış, bu olaylar Türk-Kürt çatışması, PKK, mafya, haraç kesme gibi sözde nedenlere bağlanmıştı. Daha önce Solingen’de ve Mölln’de Türklerin evi kundaklandığı ve yakıldığı halde ve bunun sonucunda onlarca Türk’ün yaşamını yitirmiş olmasına rağmen, Alman polisi ve istihbaratı olayların üzerine gitmemiş veya gidememiş ve sözcüğün tam anlamıyla çuvallamıştır! İslamcı ve şeriatçı El Kaide terör örgütünün ABD’ye karşı gerçekleştirdiği 11 Eylül 2001 terör eylemlerinden sonra İslamcı terör örgütlerinin ortaya çıkması için seferber olan ve yüzlerce şüpheliyi gözaltına alan, tutuklayan Almanya, kendi içindeki Neo-Nazi terör örgütlerini görmezden geldi ve/veya bu örgütleri ortaya çıkartmayı başaramadı. Bu Almanya açısından utanç verici bir durumdur. Ancak asıl vahim olan, Almanya’da ve Avrupa’da Neo-Nazilerin terör boyutunda örgütlenmiş olmaları ve yıllarca yakalanmadan eylemlerini sürdürebilmiş olmalarıdır. Almanya’daki ilerici ve demokrat kesimler bu olaydan dolayı o kadar büyük bir şok yaşamaktadırlar ki, söz konusu terör örgütlerinin ideolojisini mecliste temsil etmek için siyaset yapan aşırı milliyetçi NPD adlı partinin yasaklanması bile gündeme gelmiştir. Alman vatandaşlarının önemli bir kısmı, “Bizim ödediğimiz vergilerle bu parti faşist propaganda yapmamalı, faşizm ile demokrasi bağdaşmaz” diye isyan etmektedir. Sonuç: Faşizm ve ırkçılık Avrupa’da terör formunda yeniden örgütlenmiştir! Toplu sonuç: Kapitalizmin çökmesinin sosyalizme yol açıp açmayacağı hala belli değildir. Kısa vadede sosyalizmin kapitalizmi yeneceğini ve zafere ulaşacağını düşünmek fazlasıyla iyi niyetli ve safça bir yorum olur. Ancak kapitalizmin çökmesine paralel olarak, aşağı yukarı aynı dönemlerde, Avrupa’da ırkçı faşizmin, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da da İslamcı faşizmin gelişmesi, son derece endişe verici gelişmelerdir. Bunları bertaraf edecek ve dengeleyecek tek yol laiklik ve demokratik sosyalizmdir. Ancak onu anlayacak ve dünya halklarına anlatacak, onu örgütleyecek, kendisini bu uğurda ateşe atacak devrimci bir lider hala ortaya çıkmamıştır. Böyle bir lider çıkmadan da bir şeylerin değişmesi zor görünmektedir. Sol cephedeki günlük, mikro, sıradan, yüzeysel ve korkak politikalarla dünyada hiçbir şey değişmez, hiçbir şey dönüşmez; tek tük insanlar ilerler, ama insanlık geriler ve o tek tük insanlar da korkunç bir canavara dönüşmüş olan insanlığın altında ezilip giderler, yok olurlar.