Türkiye’deki yeni modalardan bir tanesi de bilim düşmanlığı yapmak. Bunu sadece dinci, cemaatçi ve tarikatçı kesim yapmıyor. Bu her yere yayıldı. Dinci, cemaatçi, tarikatçı olmayan birçok üniversite öğrencisi ve öğretim elemanı, gazeteci, yazar, yorumcu, televizyon programcısı, araştırmacı da bilim düşmanı oldu. Onlar dinci, cemaatçi ve tarikatçı kesimle kesiştiler. Bir nevi kısmi ittifak içindeler onlarla. Din, metafizik ve sahte bilim, Türkiye’de bilimi ezmeye çalışıyor, bilimi baskı altında tutuyor. Bunu görmemek için kör olmak, aptal olmak gerekir. Türkiye’nin önündeki en büyük sorunlardan bir tanesi budur. Din, metafizik ve sahte bilim, hem doğa bilimlerini hem de sosyal bilimleri ezerken, bilimi de yanlış tanımlıyor, bilimi olmadığı bir şey gibi gösteriyor, önce onun tanımını çarpıtıyor, ardından da onu hedef tahtasına oturtuyor. Bilim sanki mutlak bir takım gerçekleri yansıtıyormuş gibi, her bilimsel kuram mutlak olarak doğruymuş gibi bir hava estiriliyor. Buna ne yazık ki zaman zaman bilim insanlarının kendileri de katkı yapıyor, fırsatçılıkta uzman anti-bilimciler de bu açığı görüp hemen bunun üzerine atlıyorlar. Oysa bilim tarihi aynı zamanda yanlışlanmış kuramlar tarihidir. Bilimsel bir kuramı bilimsel yapan şey mutlak olarak doğru olması değil, gözlem ve deneye dayanmasıdır. Gözlem ve deney bilimin olmazsa olmaz bir niteliğidir, bilimin özüdür. Gözlem ve deneye dayanan bir bilimsel kuram ortaya atılır, bu kuram daha sonra yanlışlanabilir, ancak yine gözlem ve deneye dayanan başka bir kuram tarafından yanlışlanır. Bilimsel kuram, din, metafizik ve sahte bilim tarafından yanlışlanamaz! Bilimsel kuramı ancak başka bir bilimsel kuram yanlışlayabilir. Zaten bir bilimsel kuramı bilimsel yapan şey de, gözlem ve deney yoluyla yanlışlanmaya veya doğrulanmaya açık olmasıdır. Gözlem ve deney eksik kalır, kuram daha kapsamlı bir gözlem ve deney süreci sonucunda yanlışlanır, ancak onu yanlışlayan yine başka bir bilimsel kuram veya bulgu olur. Pekiyi metafizik, teoloji veya astroloji gözlem ve deney yoluyla yanlışlanmaya veya doğrulanmaya açık mıdır? Değildir! Çünkü ortada bir iddia vardır, buna yönelik peşin bir biçimde, dogmatik bir biçimde inanç geliştirilir, söz konusu iddianın mutlak bir biçimde gerçek olduğuna inanılır, herhangi bir sorgulama yapılmaz, iddia her ne pahasına olursa olsun haklı çıkartılmaya çalışılır, söz konusu iddiaları yanlışlayan veya kuşkulu hale getiren gözlem, deney ve deneyimler de göz ardı edilir, halının altına süpürülür, sümenaltı edilir. Dünyanın güneşin etrafında dönen bir gezegen olduğuna yönelik inanç ile Plüton’un, Uranüs’ün, Jüpiter’in, Satürn’ün hareketlerinin, dünyada yaşayan insanların karakter yapılarını belirlediklerine yönelik inanç aynı kategoride inançlar olabilir mi?! Astronomi ile astroloji aynı kategoride bilim olarak adlandırılabilir mi? Astronomi bir bilim dalıdır, astroloji ise bilim gibi olmaya çalışan sahte bilimdir. Ama gel gör ki, Türkiye’nin büyük kentlerini astrologlar, falcılar bastı, iyi eğitim görmüş kadınlar bile bunların önünde kuyruğa girdiler. Neden? Çünkü bilime inanç yok! Astrolog, falcı, üfürükçü daha makbul! Bu iş “fala inanma ama falsız da kalma” gibi bir anlayışla sadece bir eğlenceye dönüşse sorun olmaz da, mesele artık bu boyutu aşmış durumda. Televizyonlara astrologlar, falcılar çıkıyor ve ciddi bir edayla, sanki bilimsel bir şeyler anlatıyorlarmış gibi ciddi ciddi konuşuyorlar, programları düzenleyenler de onları ciddi ciddi dinleyip, onlara ciddi ciddi soru soruyorlar. Benzer bir durum teoloji, yani ilahiyat camiasında yaşanıyor. İlahiyatçılar saatlerce televizyonlara çıkıyorlar, sanki bilimsel ve olgusal bazı gerçekleri anlatıyorlarmış gibi, ciddi ciddi konuşuyorlar, programları düzenleyenler de, dinci olsunlar ya da olmasınlar, “Hocam bizi şu gerçekler konusunda aydınlatın” diye ciddi ciddi soru soruyorlar. Dünyanın güneşin etrafında dönen bir gezegen olduğuna, Türkiye’nin nüfusunun 50 milyondan fazla olduğuna, bahçemizdeki çiçeklerin açtığına veya açmadığına, ağırlığı olan her cismi boşluğa bıraktığımızda cismin düşeceğine, her fırtına çıktığında denizde de dalgalanmaların oluşacağına, acı çektiğimize veya haz aldığımıza, özgürlük için mücadele ettiğimize veya etmediğimize yönelik inanç ile Tanrı’nın var olduğuna, ruhun ölümsüz olduğuna, peygamberliğin, vahiynin, mucizelerin gerçekleşmiş olduğuna, cennet ve cehennemin var olduğuna yönelik inanç aynı kategoride olabilir mi? Bunların birisi deneyimlerin sonucunda oluşur ve olgusal olana işaret eder, diğeri ise kaba tahminlerin sonucunda oluşur ve kurgusal olana işaret eder. Olgu ile kurgu arasındaki ayrım yapılmadan Türkiye hiçbir yere ilerleyemez! Türkiye daha olgu ile kurgu arasındaki ayrımı yapmaktan aciz! Kurgulanan bir şey elbette daha sonra deney ve gözlem ile doğrulanarak olguya dönüşebilir; ancak dinin ve teolojinin yapısında böyle bir olasılık yok ki! Çünkü Tanrı, ölümsüz ruh, cennet ve cehennem zaten gözlem ve deney ötesi şeyler, bu dünyada, bu yaşamda deneyim edemeyeceğimiz şeyler. Pekiyi insan deneyim etmediği şeye neden ve nasıl inanır? Asıl soru budur! Buna da en güzel yanıtı David Hume, Friedrich Nietzsche ve Karl Marx vermiştir. Ortaya ilgisiz sorular atarak, gizemli bir hava yaratıp, kafa bulandırmanın alemi yok! Tanrı’yı, ölümsüz ruhu, mucizeleri, vahiyi, peygamberliği vs bilgi nesnesi haline getirip, teolojiyi bir bilim dalı olarak yutturmaya çalışmak, gericilikten, ilkellikten başka bir şey değildir. İnsanlar psikolojik ve/veya sosyolojik gerekçelerle ve gereksinimlerle dinin iddialarına inanabilirler, din konusunu öznel, yani sübjektif bir inanç ve iman haline getirebilirler, ancak teolojiyi bilimsel bir havaya sokmaya çalışmak ve/veya dinin iddialarını evrensel ve/veya nesnel gerçeklere dönüştürmek kadar cahilce ve aptalca bir şey olamaz. Oysa televizyonlardaki ilahiyatçılar ve imamlar, kişiye özgü sübjektif bir imandan değil de, olgusal bazı gerçeklerden söz ediyorlarmış gibi konuşuyorlar. Böylece dinin tiranlığı ortaya çıkıyor ve din bilimi ezmeye başlıyor. Tevrat, İncil ve Kuran’da insanın yaratılışına dair anlatılan hikaye ile çelişen ve bilimsel bir kuram olan evrim teorisi tartışılırken bile, bilim adamları ile ilahiyatçılar eşit statüde ve sayıda karşı karşıya getiriliyorlar, cahil kesim üzerinden reyting kapmak uğruna, dünyanın hiçbir uygar ülkesinde rastlanmayan türden tartışma programları düzenleniyor. Bilim insanı doğal olarak gözlem ve deneyler üzerinden kuramlarını savunuyor, ilahiyatçı ise Kuran’ı Kerim’i, sureleri ve ayetleri referans olarak gösteriyor. Elbette kişisel yaşamında herkes bunu yapabilir, kutsal olduğuna inandığı bir kitabı referans olarak kabul ederek inanç geliştirebilir, bir başkası da Homeros’un eserlerindeki mitolojik tanrılara yönelik inanç geliştirebilir. Ancak bunların bilimsellikle ne ilgisi vardır?! İlahiyatçı “Kuran’ı Kerim’deki şu surenin, şu ayeti” dediğinde tartışma zaten sona eriyor, bilim insanı bu kişiyle neyi tartışacak? Bilim insanının referans noktası olsa olsa gözlem olur, deney olur, deneyim olur, bilim insanı ukalalık yaparak, haddini ve kapasitesini aşarak bunun ötesine geçemez ki. Geçerse bilim insanı olamaz! Bilim bu anlamda mütevazılıktır. Bazen de bakıyoruz, dinciler, “bilim zaten dinlerin iddialarını destekliyor” gibi saçmalıklarla, dinlerin iddialarını bilimsel bir kılıfa sokma mücadelesi veriyorlar, ancak sonuçta ortaya sadece sırıtan, yapay ve dünyada hiçbir ciddi bilimsel kurumun ve oluşumun kabul etmeyeceği teoriler çıkıyor. Dincilerin bu mücadelesi de boş bir mücadeledir. Çünkü dinin yapısı buna müsait değildir. Dinin önermeleri bilimde olduğu gibi gözlem ve deney yoluyla yanlışlanmaya veya doğrulanmaya açık değildir. Bu nedenle din dogmatik ve bazı insanların zihninde sabittir. Dinin sabitliği mutlak gerçekliğinden kaynaklanmıyor, dinsel kurguların kişinin zihninde sabitlenmiş olmasından kaynaklanıyor. Ama bunu hala Orta Çağ’da yaşayan Türkiye’de kime anlatacaksınız, nasıl anlatacaksınız? Tüm bunlarla bağlantılı olarak ortaya çıkan başka bir moda da, bilimlerle birlikte, pozitivizmi eleştirmek, küçümsemek ve aşağılamaktır. Bu yapılırken de, aynen bilimde olduğu gibi, pozitivizmin anlamı çarpıtılmaktadır. Önce anlamı çarpıt, sonra hedef tahtasına koy! Dincilerin ve anti-bilimcilerin taktiği budur! Dinciler pozitivizmi “Manevi değerleri ezen, her şeyi, tüm yaşamı bilime endeksleyen ve indirgeyen anlayış” olarak yansıtırlar. Oysa alakası yoktur. Çünkü pozitivizm, bilgi adına, olgu adına, gerçeklik adına, sadece bilimlerin bir şey ortaya atabileceğine inanır, deneyimden, gözlemden ve deneyden bağımsız bir doğruluk anlayışının ortaya konamayacağını savunur. Bu durum, yaşamda her şeyin bilimsel olana indirgenebileceği, manevi olanın, duyguların ve tutkuların yok edileceği anlamına gelmez. Pozitivizmin tezi bilişsel anlamla ilgili bir konudur, epistemolojik bir çıkıştır; duygusal anlamlarla ilgili bir şey değildir. Pozitivistlerin dinle aralarının iyi olmadığı doğrudur, ancak dincilerin sandığının aksine, onlar için maneviyat, ahlak, yaşama karşı duruş, duygu ve tutkuların dışavurumu dinlere indirgenebilecek bir şey değildir; insan sanatta da, örneğin müzikte ve şiirde de ve/veya kendi yarattığı ahlaki değerlerle de manevi açıdan gelişebilir. Bunun da ötesinde pozitivizmi anlamak için önce M.Ö. 4. yüzyılda yaşamış olan Epikuros’u ve 16., 17. ve 18. yüzyıllarda yaşamış olan Francis Bacon’u, Thomas Hobbes’u, John Locke’u, George Berkeley’i ve David Hume’u, yani Britanya empirisizmini anlamak gerekir. Bilgiyi ve gerçekliği deneyimde aramak geleneği 19. yüzyılda pozitivizm ile ortaya çıkan bir şey değildir, çok daha eski ve köklü bir gelenektir. Ancak Orta Çağ’dan sonra despot dincilerin borazanı artık eskisi kadar güçlü ötmemeye başlayınca, özellikle 1776 Amerikan devrimi ve 1789 Fransız devrimi ile birlikte teokrasinin, mutlak monarşinin ve feodalizmin tarihe gömülme süreci başlayınca, 1917 Bolşevik devrimi, 1949 Çin devrimi ve 1959 Küba devrimi ile birlikte hem dine hem kapitalizme karşı meydan okuma süreci başlayınca, 20. ve 21. yüzyıldaki Orta Çağ artığı dinciler sosyalizmle birlikte pozitivizmi de hedef tahtasına koydular. Neden? Çünkü Mustafa Kemal, Fransız ve Amerikan devrimlerinden etkilendi, bu çerçevede din ve devlet işlerini ayırdı, din ve hukuk işlerini ayırdı, din ve eğitim işlerini ayırdı, din ve idari yapılanma işlerini ayırdı, kısacası laiklik olarak bilinen ilkeyi devreye soktu. Ama Mustafa Kemal bununla da yetinmedi, Türkiye’nin şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamayacağını, en doğru tarikatın uygarlık olduğunu vurguladı, “En hakiki mürşit ilimdir” dedi. İşte o anda dinciler daha da çok çıldırdı. Neden? Çünkü “mürşit” tarikat şeyhleri için kullanılan, tasavvufta “doğru yolu” gösteren kişi ve kılavuz için kullanılan bir sözcüktü. Sadece Jean-Jacques Rousseau ve Montesquieu gibi devrimci yazarları değil, pozitivizmin öncülerinden sayılan Auguste Comte’u da okuyan Mustafa Kemal ise çıktı ve gerçek kılavuzun bilim olduğunu söyledi. Ama nafile! Bugün Türkiye bilim düşmanlarıyla kaynıyor, Türkiye’de artık anti-bilim var! Türkiye artık safsata pazarlayan şarlatanların ülkesi oldu! Televizyonlar da buna çanak tutuyor. Artık bilim adamına ihtiyaç yok. Onun yerini ilahiyatçı, imam, astrolog, doğaüstü güçler-gizemli olaylar uzmanı ve komplo teorisyeni aldı! Türkiye’deki bu sorunu görmeyen ve irdelemeyen ve gündeme getirmeyen kişi aydın falan olamaz! O nedenle Türkiye’de aydınlar yok denecek kadar azdır, “aydın” adı altında çoğunluk psikolojisi içinde hareket eden karanlıklar ve korkaklar vardır. Bizi bu noktaya getirenler de büyük ölçüde sahte Atatürkçülerdir. Nasıl sahte bilim varsa sahte Atatürkçülük de vardır! Atatürkçü olduğunu söyleyenler Atatürk adına darbeler yapmasalardı, sömürüler ve baskılar uygulamasalardı, Atatürk’ün siyasi dehası ve vizyonu görmezden gelinip, Atatürk sadece askeri bir dehaya ve vatanı düşman işgalinden kurtaran kişiye indirgenmeseydi, Atatürk’ün yüzlerce sözü içinden sadece bir tanesi cımbızla çekilip dağlara taşlara yazılacağına, her yere “Ne Mutlu Türküm Diyene” yazılacağına ve Atatürkçülük bununla özdeşleştirileceğine, onun “En Hakiki Mürşit İlimdir”, yani “En Gerçek Kılavuz Bilimdir” sözü her yere yazılsaydı ve bu doğrultuda bir vizyon ve politika ortaya konsaydı, Türkiye astronomi, fizik, kimya, biyoloji, genetik, zooloji gibi doğa bilimlerinde, psikoloji, sosyoloji, antropoloji, siyaset bilimi, iktisat, tarih gibi sosyal bilimlerde dünya ile yarışabilecek ölçüde ciddi atılımlar yapsaydı, bunları da felsefi sorgulama ve analitik düşünce ile tamamlasaydı, bugünlere gelmezdik. Mustafa Kemal meclisteki son konuşmalarından birisinde laiklikle bağlantılı olarak ne demişti? “Bizim devlet idaresinde takip ettiğimiz prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıyız. Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.” Bir zamanlar bunlar da TBMM kürsüsünde Cumhurbaşkanı düzeyinde söylenebiliyordu! Bugün bunları savunanlara psikolojik veya fiziksel linç uygulanıyor!İşte 21. yüzyılın demokratik, gelişmiş Türkiye’si!