Olması gereken oluyor: Haklarında açılan davalardan teker teker beraat ediyor Barış Akademisyenleri. Şimdi sırada verilen zararın en azından mali yönden tazmini ve isteyenlerin eski görev yerlerine dönmesi var.
Elbette dönülecek yerlerde de bu süreçte çok değişim oldu. Kalanlar, gidenler, gönderilenlere destek olanlar, üç maymunu oynayanlar, meleklerin cinsiyetini tartışanlar ve en kötüsü ortamı fırsat bilip boşaltılan koltuklara yayılanlar. Sürüne sürüne akademinin dahilindeki ve haricindeki muktedirlerin gözüne girmeye çalışanlar. Bir yanda bu dönemde akademiye dahil olan yeni akademisyenler, diğer yanda yeni akademik unvanlara kavuşanlar. Doçentlik ve profesörlük statüsüne ulaşanlar...
Eğri oturup doğru konuşalım: Bu ülkede akademisyen olmanın yolu her zaman birilerinin sizi refere etmesinden geçmiştir. Kimselerin bilmediği, tanımadığı, refere olmadığı hemen hiç kimse akademik çalışmalarının gücü nedeniyle akademiye kabul edilmemiştir. Eş, dost, akraba ve tanıdık bağlantıları akademisyen olmayı oldukça kolaylaştırmıştır.
Ama yine de refere olunacak kişinin akademik bir kumaşı olmasına bakılırdı bir zamanlar. Hemen hiç kimse, kendisinin saygınlığını da düşünerek, akademik niteliği olmayan kişilere refere olmazdı.
En azından çoğunlukla işleyiş böyleydi.
Doğrusunu söylemek gerekirse; referans sistemi hakkaniyetle işletilseydi liyakati layıkıyla değerlendirebilecek bir potansiyele bile sahipti.
Yalan yok ben de bu işleyişe tabi oldum elbette. Hatta hatırlıyorum bir zamanlar "hatırlı" bir referans nedeniyle memnuniyetsiz biçimde beni makamında kabul eden bir rektör yayınlarımın olduğu dosyayı masasının kenarına koyup demişti ki: "İyi hekim olduğun ve dahası akademik bir niteliğin olduğu söylendi bana. Evet bunlar önemli. Ama ben üniversiteme alacağım kişide sadece bunlara bakmam. Benim üniversitemdeki akademisyenler vatanına ve devletine de sadık olmalı. Söyle şimdi bana DHKP-C terör örgütü müdür?"
Ne de olsa o günlerde şimdiki gibi "bölücü terör örgütü" ve "FETÖ" modası yoktu...
Ama düşünüyorum da devletin has çekirdeğinden gelen bu zevat bile "iyi hekimliği" ve "akademik niteliği" önemsiyordu. O, bu niteliklere haiz insanlar için bir de "vatan ve devlet sadıklığını" akademisyen olmanın koşulu olarak görüyordu. O bile mesleğinde yetkin olmayan veya akademik bakış açısı bulunmayan birisini sadece "vatan ve devlet aşkı" için akademisine almaya sıcak bakmıyordu.
Kendisini üniversitenin sahibi ve muhtemelen devletinin de koruyucu ve kollayıcısı olarak gören bir rektör dahi akademisyenlik için devlete sadık olmayı tek başına yeterli görmüyordu.
En azından bir zamanlar...
* * *
Yıllar yıllar sonra bugün "FETÖ" olarak tanımlanan kişilerin akademik kurullara egemen olması nedeniyle doçentlik kapısında posteki sayarken pek çok kişi kızmıştı bana. Çünkü zamanı kaçırmıştım. Öyle ya akademik kurulların, akademik dünyaya dair bir parça kırıntı ve kaygılarının olduğu bir dönemde başvurmamıştım doçentliğe...
Nasıl başvurayım ki!
O dönem benim de kabul ettiğim akademik değer dünyasında doçentlik için en azından uzmanlık eğitim süresi kadar yardımcı doçent olarak deneyim kazanmak, eğitim ortamını solumak, mezuniyet öncesi ve sonrası eğitim alan kişilerin sorularıyla öğrenmek, tabiri caizse pişmek, olgunlaşmak, nitelikli bir akademisyen olmaya çalıştığınız alanda yardımcı doçent olarak emek harcamak, alanda tanınmak, bilimsel toplantılara katkı sunmak, adına kongre denilen bilimsel tapınaklarda dişe dokunur laflar etmek falan gerekliydi.
Nostalji yapmaya hiç gerek yok. O günlerde de hiçbir şey güllük gülistanlık değildi. Aksine çok sorun vardı. Çok haksızlık vardı. Ama her şeye rağmen akademi ve bilgi hayatta bir değere karşılık geliyordu.
En azından tıp alanında akademisyenlik, özel sağlık kurumlarının ucuz iş gücünü karşılamak için akademik kumaşa bakılmaksızın özel hastanede çalışan hekimlere sunulan bir vaade indirgenmemişti. Her şey bugün olduğu gibi Mario benzeri puan toplamaya mahkûm edilmemişti. Hatta bugüne kıyasla yayın kriteri çok daha kolaydı. Ancak yeterince yazı çizinizin olması doçentliği garanti etmiyordu. Pek çok kere kötüye kullanılsa da akademisyenlik ölçütü "sözlü görüşme / sınav" sayesinde makale yayınlamaya indirgenmeyen bir kıstasa tabiydi.
İşleyiş pratiği icabıyla çoğu zaman tahakküm mekanizmasına yol açsa da, kimsenin alanına dair özgün ve tutarlı bir tezi kalmadığı için yapılan görüşme bir tez ya da görüş savunması değil de teknik bilgi sorgulamasına dönüşmüş olsa da yine de doçent olmak makale kriterinin ötesinde yüz yüze değerlendirmeye tabiydi.
Dedik ya nostalji yapmaya gerek yok. Ne yazık ki bu değerlendirme sisteminde de "referans" fazlasıyla etkindi. Jüriye bölümünüzden ya da etkili kişilerden hakkınızda olumsuz görüş ulaşırsa doçent olmanız hayal bile değildi.
Dahası devlete o gün itibariyle egemen olan siyaset de etkiliyordu jürinin kararlarını.
Yine de her şeye rağmen jürinin akademiye dair bir öngörüsü ve akademisyenliğe dair bir "kırmızı çizgisi" vardı. En azından akademisyenin bir eğitim ortamında zaman geçirmesine ve o ortamda deneyim kazanmasına dikkat ediyordu. Ve elbette üniversite denilen kurum, kanun hükmünde kararnamelerle şimdiki gibi "steril" hale getirilmediği için oluşturulan jürilerde de akademisyen bulunma oranı günümüze kıyasla daha yüksekti.
O nedenle bugünün aksine puan toplayan herkese kargo servisiyle doçentlik belgesi gelmiyordu. Hele ki doçentlik belgesini özel hastanelerde ticaretin payandası yapacak kişilere belge zorlukla veriliyordu.
* * *
Ama hayat değişti. Sadece devletin ideolojik kodlarının değişmesinin ötesinde hayat değişti.
Şimdi artık herkesin her şey olma zamanı...
Az ya da çok, kısa ya da uzun, gereken niteliklere sahip olunsun ya da olunmasın herkesin her şey olabileceği bir zamandayız artık. Utanmanın unutulduğu ve herkesin her şey olmayı kendisine hak olarak gördüğü bir cehennemdeyiz.
Görmüyor musunuz; iki satırı yan yana getirenler kendisini yazar, iki Google bilgisini okuyanlar doktor, bir ceza hukukçusu ise her şeyi bilen kişi olabiliyor. Zaten bu topraklarda öteden beri anneler öğretmen, tüm ahali de sosyolog ve futbol antrenörü...
Eh hal böyleyse iki makale yazabilen de neden akademisyen olmasın. Hem doçentlik kriterleri eskisine kıyasla çok daha zorken... Kim duyacak, kim görecek, kim bilecek akademisyenin makale yazarlığından başka niteliklere haiz olması gerektiğini. Dahası kimsenin umurunda değil artık akademinin tarihi mirası ve temelleri.
Akademik özgürlük mü? Akademi mi? Bilgi mi? Bilim felsefesi mi?...
Bu değerler muktedirin kararnameleriyle akademinin bünyesinden kovuldu barış akademisyenlerinin ihraçlarıyla.
Hem zaten bu kavramlar sanayi devrimiyle şekillenen modernite yüzyılının değerleri ve kurumlarıdır. Yani onlar dünün dünyasına aittirler.
Şimdi hayat postmodern!
Bir önceki yüzyılın modernist değerlerini dahi yüzeysel ve şekli olarak algılamış bir toplumda olması istenen oldu ve postmodernite her şeyi zıvanadan çıkardı.
Özgürlüğü kuralsızlık ve keyfiyet olarak algılayan bir zihniyet dizginlerinden boşandı; akademide ve her yerde...
Akademik piyasa da dergiler, kongreler ve teşvik uygulamalarıyla hemen sisteme adapte oldu. Ne de olsa amaç gereken puanı toplamak değil miydi! O zaman puan için gerekli yollar var edilecekti.
Zaten akademisyenlerin çoğu da uzun zamandır söylem üretme hakkına sahip "sembolik seçkinler" değillerdi. Nicedir söylemleri hakikat iddiasını taşıma içeriğinden yoksundu.
Hemen büyük kısmı kurumsal mevkiler için küçük iktidar kavgalarına katılan, akademinin kahrolası kültürünü bir sonraki nesile aktarmak için emek harcayan, kategorik ayrımları içselleştirip en ince detaylarına kadar yaşamlarına yansıtan, akademi pazarında rağbet gören ve saygınlık getiren faaliyetlerde bulunan homo academicus'lardı nicedir.
İktidara bağlı akademik bir sermayeydiler nicedir.
O nedenle ne olur anneme akademisyen olduğumu söylemeyin. O benim genelevde çalıştığımı zannediyor...