Ne garip, reytingden başka derdi olmayan bir televizyon programı muhafazakâr iktidarın idealize ettiği aile kurumunu çökertti. Oysa kutsal aile hikâyesi, muktedirin, siyasal İslam dışında tüm yapıyı üzerine inşa ettiği ikinci sarsılmaz kaleydi
Mumlar, bardaklar, özenle katlanmış peçeteler ve papatya çiçekleriyle kurulmuş mükellef bir sofranın başında, ev sahibi konumunda uzun saçlı bir iskelet oturuyor.
Ancak o da ne: Masada satırdan silaha, bıçaktan testereye kadar bir dolu cinayet aleti var.
Dahası bu ortamla ilgisiz biçimde masanın yanı başında beyaz giysiler giymiş küçük kızlar oyun oynuyor.
İskelet kim? Neden uzun saçlı? Çocukların bu cinayet mahallinde işi ne? Neden kıyafetleri gelinliğe benziyor?...
Şükran Moral, 10 yıl önce hepimize, yere göğe sığdırılamayan aile denilen kurumun çatısı altında kadının yenip bitirildiğini, kız çocuklarının da gelecekten habersiz biçimde kaderlerini güle oynaya beklediklerini söyledi.
O gün gerçeklikle yüzleşmek yerine ona saldırmayı seçtik; pek çok farklı sorunda yaptığımız gibi.
Ancak gelin görün ki 10 yıl sonra hiç de marjinal olmayan sıradan bir aile sayesinde, “kutsal aile” çatısı altında büyük bir dikkatle saklanan sırlar ortaya döküldü.
Sağ siyasetin özene bezene korumaya çalıştığı, uğruna bakanlıklar şekillendirdiği aile kurumu, televizyon aracılığıyla görsel bir cinayete kurban gitti. Siyaset kurumunun paniklemesi, ortaya çıkan hakikatten toplumun rencide olduğunu iddia etmesi ve RTÜK’ten daha etkili sansür mekanizması araması bundan…
Ne garip; reytingden başka derdi olmayan bir televizyon programı muhafazakâr iktidarın idealize ettiği aile kurumunu çökertti. Oysa kutsal aile hikâyesi, muktedirin, siyasal İslam dışında tüm yapıyı üzerine inşa ettiği ikinci sarsılmaz kaleydi. Din konusundan sonra ölümcül yara aldığı ikinci kale...
İnsanlık açısından ise acı ancak umutlu bir gelişme. Bu toprakların ve uygarlığın hakikatleriyle gerçekçi bir yüzleşmeye açılan sahici bir pencere. Ölümcül sorunlar yaratan mevcut aile kavramını bozmak için yeterli bir gerekçe...
Gülümse! Bazen bir film onlarca kitabın öğreteceği insanlığı bir soruyla nakşeder insana!..
Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un aynı isimli romanından uyarlanan, Atıf Yılmaz’ın yönettiği, başrollerinde Türkân Şoray ve Kadir İnanır’ın oynadığı ve Cahit Berkay’ın ölümsüz bestesiyle zihinlerimize kazınan Selvi Boylum Al Yazmalım tam da böyle bir filmdir.
Film, nihayetinde tek bir sorunun peşine düşer: “Sevgi neydi?”
Birkaç ay önce Türkiye’nin yoğun politik gündeminde hemen hiç kimsenin dikkatini çekmediği bir haber yer aldı ajanslarda. 2011 yılında Keçiören Çocuk Yetiştirme Yurdu’ndan on günlükken evlat edinilen B.Ç.U, onu doğuran annesi tarafından, yedi yaşına kadar bakıldığı aileden geri istendi.
Daha kötüsü çocuğu doğuran biyolojik anne tarafından geri istenen B.Ç.U, bu olayı polis eşliğinde okula gelen Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun yetkililerinden öğrendi. Bu yetmezmiş gibi B.Ç.U, kurum yetkilileri tarafından, kendisini doğurmamış ancak yedi yıl bakım vermiş anne ve babasının elinden alınarak kendisini doğurmuş anneye geri verildi.
Sahi “sevgi neydi”? Bir çocuğu doğurmak mı, yoksa ona bakım sağlamak mı?
Çok daha kötüsü; kurumun yetkilileri, onca yıl bir çocuğa bakım veren aileye, aldıkları çocuğun yerine üç beş yaşlarında yeni bir çocuk vermeyi teklif ettiler.
Sahi “neydi sevgi”? Kaybedilenin yerine başka bir “eşya”nın ikamesi mi?
Çocuk ve aile konusunda başka bir çarpıcı olay da Hindistan’da yaşandı. Hindistan’ın Assam eyaletinde bir hastanede beş dakika arayla doğan iki erkek çocuğun ailesi karıştırıldı ve Müslüman ailenin çocuğu Hindu, Hindu ailenin çocuğu ise Müslüman aileye verildi.
Müslüman aile, doğumdan bir hafta sonra “Cüneyt” adını verdikleri çocuğun yüzünün aynı odada doğum yapan bir kadının yüzüne benzemesi nedeniyle kendi öz çocukları olmadığından şüphelendi.
Tahmin edileceği üzere hastane, böyle bir hatayı asla yapmayacağını ifade ederek şüpheyi araştırmayı reddetti. Ancak Müslüman aile pes etmedi ve aynı gün doğum yapan yedi kadının adresini bularak konunun peşine düştü. Ailelerin birbirlerini bulması ve yapılan DNA testleri sonucu kesinleştirdi: Hastane, çocukların verileceği aileleri karıştırmıştı.
Konu mahkemeye intikal etti ve hukuk, çocukların biyolojik ebeveynlerine verilmesine hükmetti. Ancak geçen sürede bebekler büyüdükleri ailelere alıştıkları için değişim sırasında öyle bir ağladılar ki aileler mahkeme kararını uygulayamadılar.
Ne dersiniz çocukların ortalığı inletmesini umursamayıp her bir çocuk genetik anne-babasına dönmeli mi?
Daha sıkıntılı bir durum, Roma’daki bir hastanede kısırlık tedavisi gören iki çiftin embriyoları karışınca yaşanmıştı. Bu olayda laboratuvar ortamında döllenen ve yanlış biçimde biyolojik olmayan annelerin rahimlerine yerleştirilen embriyolardan birisi yerleştirildiği rahimde tutunamadı. Diğer doğum yapan kadın ise düşük yapan kadının biyolojik çocuğunu doğurmuştu.
Peki ama doğan çocuk kime aitti? Doğum yapan anneye mi, yoksa çocuğun genetik sahibi biyolojik anne ve babaya mı?
İtalya hukuk sistemi, “bebek, doğuranındır” dedi ve DNA’nın değil, dokuz ay boyunca emek vermenin sonucu belirlediğine hükmetti.
Bir problemi, onu ortaya çıkaran bilinç düzeyi ile çözemeyeceğimizi vurgular Albert Einstein. O nedenle hayat bazen hepimizi, o güne kadar bildiğimiz ve kesinliğinden şüphe duymadığımız (ön)yargılarımızı değiştirmeye zorlar.
Günümüzün tıp ortamı, dünyaya egemen olan heteroseksist eril aile yapısını oluşturan anne ve baba kimliklerinin ötesinde, sperm babası, yumurta annesi, mitokondriyal anne, doğuran annesi, toplumsal annesi, toplumsal babası, bakım veren anne-babası, anne ve babaları gibi hiç bilmediğimiz ve bugüne kadarkilere hiç benzemeyen yeni kimlikler yarattı.
Hal böyleyken, dünün algılarında sabit kalıp genlere ya da doğurmaya göre aileyi tanımlamak ve toplumu bu birliktelik üzerine şekillendirmek artık mümkün değil.
Aksine başka türlü bir birliktelik ve toplum algısına ihtiyacımız var. Her ne çeşit olursa olsun, doğuran doğurmayan; evlilik akdi olan olmayan; birlikte yaşayan yaşamayan; çocuklara biyolojik katkı sunan ya da sun(a)mayan; onlara bakan, gözleyen, büyüten; birbirinden farklı cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliklerinde olan ve anne-baba rollerinde olmasa da sevgi ilişkisiyle kan bağından azade olarak birlikteliklere katkı sunan herkesi yapıya dahil eden genişletilmiş bir “bozuk ve yamuk aile” formülü gerekli bize…
En çok da bu topraklarda; cinlerin, yalanın, konforun ve çıkarın egemen olduğu ailelerde yaşayan bizlere...
Umutsuzluğa gerek yok. Çünkü hayat devrimcidir: Örneğin Hindistan’daki Müslüman ve Hindu aileler bebeklerini takas etmediler. Aksine aileler olarak her iki çocukla da birlikte zaman geçirmeye ve yetişkin oldukları zaman onların istedikleri aileyi seçmesine karar verdiler.
Kuşkusuz böylesi bir ailede büyüyen çocuklar, yetişkin olduklarında, hiçbir aileyi ötekine tercih etmeyeceklerdir.
Çünkü sevgi, “sahip çıkan dost, sıcak insan eli, insan emeğiydi”.
“Sevgi iyilikti, emekti”.
Sevgi, mülkiyet değil paylaşımdı. Sevgi, özgürce birbirinden çoğalmaktı.