"Eskidendi, çok eskiden."
Hani üniversiteler daha bizi kusmamışken / Hani biz akademinin akademi olduğunu zannederken / Hani naif çocuklar gibi içimizdeki devleti çok bilmezken...
Velhasıl "eskidendi, çok eskiden" bu tanıklığım ve taraf oluşum:
Ülkenin hukuk yasalarının daha çok geçerli olduğu batıdaki bir ilin cumhuriyet savcılığı, akciğer sorunları olan bir mahkûma, (bilmediğim ve hiç de merak etmediğim) bir nedenle verilen 200 günlük tek kişilik hücre cezasının uygulanmasının sağlık açısından uygun olup olmadığını öğrenmek ister.
Hayatım boyunca böylesi cezaların nedenini hiç bilmek istemedim ve merak da etmedim. Çünkü insanım. Çünkü duygularım var. Çünkü öfkelenirim. Çünkü eksiğim... O nedenle etik açıdan yan tutmamak için mahkûmiyet ve tecrit nedenini bilmemem gerek.
Bilmemeliyim ki, tarafsız biçimde hekimlik mesleğinin gereğini yapayım.
Ama her ne hikmetse cumhuriyet savcılarının resmi yazılarında hekime muayene edeceği mahkûmun suçu ve ona verilecek cezanın gerekçesi hemen daima yazılır.
Bir savcı, hekime neden gerekçe yazar? Kendisine göre "suçlu" olarak tanımlanan insanın hekime göre "hasta" olarak kabul edildiğini bilmez mi? Ya da tam da bunu bildiği için mi yazar?
Neyse devam edeyim... Mahkûmiyet gerekçesini öğrenmeyi reddettiğim hasta, akciğer sorunları nedeniyle göğüs hastalıkları bölümü tarafından konsülte edilir. İlgili klinik, ağır derecede Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı (KOAH) tanısı koyar. Ancak bir sorun vardır: Kanıta dayalı tıp uygulamaları çerçevesinde hangi ağırlıktaki KOAH'lıların tecrite atılabileceğine dair randomize plasebo kontrollü çift kör çalışma yoktur.
Tapındığımız istatistik tanrısı da bize hücre cezası ile KOAH arasındaki olumsuz ilişkiye dair anlamlı "p" değerini söylemediği için hekimi bir kaygı sarar: Önyargılı olmadan, taraf tutmadan, mesleğin etik ilkelerini çiğnemeden nasıl karar verecektir?
Ya da başka bir ifadeyle; hayatı randomize deneye indirgeyen kahrolası kanıt hezeyanı ilkeler yok edilmeden nasıl aşılacaktır?
Hekim, olabildiğince hastasına bütüncül yaklaşmakla yaşadığı sorunu çözebileceğini zanneder. O nedenle aklına bir çözüm yolu gelir: Tecritin ruh sağlığı üzerine bilinen yıkımlarının ortaya konulup bu etkilerin KOAH üzerine yaratabileceği olumsuz yansımalarının ifade edilmesi...
Ne de olsa psikiyatrik ilaçların daha çok kullanılabilmesi için anksiyete ve onun yaratacağı sorunlar üzerine bir dolu çalışma ve dolayısıyla kanıt üretilmiştir tıp alanında.
Bu düşünce ile psikiyatri bölümünden konsültasyon ister ama "kaşarlı" bir hekim olduğu için psikiyatri görüşü sonrası hastayı yeniden görmek istediğini ve tecrit hakkında nihai kararı o zaman vereceğini konsültasyon istemine not eder.
Naif hekimin beklentisi; psikiyatri bölümünün tecritin etkilerini gösteren bir dolu bilgiye dayanarak 200 günlük hücre cezasının her insana olumsuz etkisi olacağını belgelemesidir. Ama durun burası Türkiye...
Hasta, bir acil servis ortamında psikiyatri bölümü tarafından beş dakikada değerlendirilir ve konsültasyon notuna şunlar yazılır: "(Hastada) Anksiyete bozukluğu mevcut. XXX isimli ilacı 1X1 dozunda kullanması önerilir. Hastanın tecrit edilmesini erteleyecek bir ruhsal sorunu yoktur."
Peh peh peh...
Yani hastanın tedavi gerektiren bir anksiyetesi vardır ama bu durum 200 gün süreyle insandan ve herhangi başka bir canlıdan -yani insanı insan olarak var eden ötekinden- uzak kalmasını etkilemeyecek ve bu durumdan etkilenmeyecektir.
Aklıma bir soru gelmiyor değil: Ruhsal açıdan sapasağlam bir insanı bile 200 günlük tecrit cidden etkilemez mi? Hepimizi hasta olarak etiketleyen o DSM'nin bilmem kaçıncı baskısında bu konuya dair tek bir bilgi yok mudur? Dahası (c)ezaevi denilen ortamda "anksiyete bozukluğu" olan bir insanın 200 gün süreyle tecrit edilmesi sağlık açısından gerçekten hiçbir sakınca yaratmaz mı? Ve dahası bir hekim -hem de psikiyatrist-, tüm bu gerçeklerden uzakta ve insana yabancılaşmış meslek zemininde neyi nasıl tedavi eder?
Naif hekimimiz etik sınırı geçmemeye ve (c)ezaevlerinin sağlık hakkını gasp eden yapısını bilip bu ortamda yaşanabilecek sorunlara dair empati yapmaya çalışarak şu notu düşer: "Hasta ağır KOAH'tır ve psikiyatri tarafından saptanan anksiyete bozukluğu, hastanın klinik durumunu ve dispnesini (nefes darlığını) daha da ağırlaştırma potansiyeline sahiptir. Bu ortamda 200 günlük tecrit ortamı, anksiyetesi olan bir KOAH hastası üzerinde özellikle anksiyete açısından olumsuz etki gösterebilir. Bu nedenle ikinci bir psikiyatri görüşü alınması ve ikinci görüş sonrası tarafımızca nihai kanaat açısından yeniden değerlendirilmesi gereklidir."
Ne yazık ki ikinci görüş de anksiyete bozukluğuna sahip bir hastanın 200 günlük tecrit ortamında sağlık durumunun bozulacağının bilinemeyeceğini ve dolayısıyla bugün itibariyle tecritin ertelenmesini gerektirecek bir durumun olmadığını ifade etmesiyle sonuçlanır. Ve muhtemelen Türkiye tarihinde ilk kez bir mahkûm, bir solunum sistemi hastalığının tecrit ortamında bozulma ihtimali olacağını, hastalığın doğasında bulunan alevlenme döneminin kişinin hücrede olması durumunda erken dönemde fark edilemeyeceğini ve bu durumun KOAH adı verilen hastalığın ilerlemesine yol açabileceğini ifade eden bir uzman hekim görüşüyle tecrit cezasına uğramaz.
Ama geriye bir soru kalır: Hayata ve insana bu düzeyde yabancılaşmak hekimlik mesleğini nereye götürmektedir?
Herhalde bu mesleği bırakmanın zamanı geldi ve geçiyor...
Bu noktada tecritin herkeste ruhsal ve/veya organik sağlık sorununa yol açmayacağını söyleyecek olan ve bu konuda hekimlik meslek etiği ilkelerini çiğnediğimi ifade edecek olan meslektaşlarıma hatırlatmak isterim ki; örneğin verem hastasıyla karşılaşan herkes verem basilini vücuduna almaz. Daha önemlisi verem mikrobunu vücuduna alan herkeste hastalık gelişmez. Aksine verem basilini alan çok küçük bir insan grubu verem olur. Ama bu gerçeğe rağmen verem hastalığı, tıbben ve elbette bilimsel olarak bulaştırıcı bir hastalık olarak kabul edilir.
Hal böyleyken tecritte olmak, herkeste olmasa da bir kısım insanda (hem de büyük bir kısım insanda), tecritte olmayanlara göre ruhsal ve/veya organik patoloji riskini arttırıyorsa, tecrit cezasını da tıbbın reddetmesi ve herkes için bu cezanın sağlık açısından olumsuz sonuçlar doğuracağını peşinen belirtmesi hekimlik mesleğinin temel 'ethos'u değil midir?
Tıpkı idam "cezası" gibi... Öyle ya uzun bir zamandır hekimler idamı hiç kimse için kabul etmemekte ve idam sürecine dahil olmayı reddetmektedirler. Çünkü idam da tıpkı tecrit gibi insana ve insanlık onuruna aykırıdır. Hoş bu ülkede ve dünyada kimi insanlar için kimi "suçlu"lar insandan ziyade intikam alınacak düşman olarak görülmektedir. Ama her hekim, mesleği gereği herkesi insan ve hasta olarak görmeye mecburdur.
İşte tam da bu noktada Selahattin Demirtaş'ın yaşadığı sağlık sorunu nedeniyle hücresinde bir başına kalması, ona ilk müdahaleyi bir sağlık çalışanının değil de kendisi gibi tecrite mahkûm edilmiş hücre arkadaşının yapması, "siyaseten önemli bir kişi" olmasına rağmen (ya da tam da bu nedenle) sesini geniş kesimlere duyurulabilmesi sonrası ancak sağlık hizmetine ulaşabilmesi (c)ezaevlerinin ve tecritin insanlık dışı bir uygulama olduğunu göstermektedir.
Demirtaş'ın durumu aslında "münferit" bir konu olmaktan ziyade sağlığın çevresel şartlardan azade düşünülemeyeceğini ve daha önemlisi içeride olanların sağlık hizmetlerine ulaşmakta ne kadar büyük sorunlar yaşadıklarına işaret etmektedir.
Oysa herkes, "suçu" olsun ya da olmasın herkes, "suçu" ne olursa olsun herkes, her insan, her hasta, ihtiyacı olduğunda nitelikli ve eksiksiz sağlık hizmetine ulaşma hakkına sahiptir.
Devletler, tüm insanların sağlıklı yaşama hakkını korumakla yükümlüdürler.
Öte yandan (c)ezaevlerindeki insanların sağlığı ve hayatlarının tüm sorumluluğu, "suçları" ne olursa olsun devletlere aittir. Çünkü onların özgürlüğü, devlet tarafından kısıtlanmıştır.
Devlet, bu topraklarda her gün ve her an sağlıklı yaşama hakkını her yerde ama en çok (c)ezaevlerinde ilga etmektedir.