Dün gibi hatırlıyorum iki yıl önceki o temmuz gününü.
Yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyordu. Her zamanki gibi sokaklar dereye dönüşmüş, köprü altları ise tamamen suya teslim olmuştu. Kolay değil; son 32 yılın en yoğun yağışı düşüyordu İstanbul'a.
Sanki gök delinmişti.
İşte bu ortamda hepimiz bir başımıza çaresizce bir yerlerde mahsur kalmışken televizyona bağlanan meteoroloji uzmanı hayati uyarıyı yapmıştı: "Boyu 1.60'dan kısa olanlar sokağa çıkmasın"!
Ne demeli bilmem ki... Behçet Aysan'ın dizeleriyle söyleyecek olursak "yok başka bir cehennem". Farkında olsak da olmasak da yaşıyoruz işte iklim krizinin ortasında. Hem de bir başımıza...
İklim ve coğrafyanın, insan uygarlığının ve evriminin gelişimindeki etkisi inkâr edilemez. Bereketli Hilal'de uygarlığın ilk kıvılcımlarının yakılması da, Amerika kıtasına kıyasla Asya – Avrupa hattında uygarlığın gelişimi de coğrafya ve iklimle doğrudan ilişkilidir (Diamond J, Tüfek, Mikrop ve Çelik, Pegasus Yayınları, 2018).
Yapılan bilimsel araştırmalar, iklimle insanı konuşturan sözcükler arasında yakın bir ilişkinin varlığını ortaya koyuyor. Çalışmalar, soğuk iklimde yaşayan insanların, ılık bölgelerde yaşayan insanların aksine, "kar" ve "buz" arasındaki farkı daha ayrıntılı olarak belirtme ihtiyacı duyduğuna işaret ediyor. Benzer biçimde iklimin durumu, ünlü ve ünsüz harf dağılımını da etkiliyor. Örneğin en düşük sesli harf endeksine sahip dört dil çeşidi Kuzeybatı Pasifik'in Salishan dillerindeyken, en yüksek sesli harf endeksine sahip dil Amazon ırmağının bir kolu olan Maici ırmağı kıyısında yaşayan Pirahãlar'a ait. Bilim insanları bu farklılığın nedenini kuru iklimin insan gırtlağının fonksiyonu üzerindeki etkisine bağlıyorlar (Everett C, Front Psychol, 2017).
Eğer gerçekten insanın kendisi ve uygarlığı iklimle bu düzeyde ilişkiliyse iklimin krize girdiği bu çağda insanlığın da krizde olduğunu iddia etmek yanlış olur mu?
Dünya Meteoroloji Örgütü'nün verilerine göre 2018 yılında küresel ortalama sıcaklık sanayi devrimi öncesine göre 0.98°C arttı. Öte yandan bu artışın 1970'li yıllardan itibaren süreklilik kazandığı gözlenmekte:
Türkiye'nin 2018 yılındaki yıllık ortalama sıcaklığı ise 15.4°C. 2017 yılı Türkiye ortalama sıcaklığının 14.2°C olduğunu dikkate alırsak sadece son bir yıl içerisinde Türkiye'nin 1.2°C ısındığını fark edebiliriz. Öte yandan veriler 2018 yılının ulusal ortalama sıcaklık seviyesinin, 1980 – 2010 dönemi ortalamasına göre 1.9°C daha yüksek olduğuna işaret ediyor. Daha kötüsü; Türkiye'deki sıcaklık artışının 2000'li yıllardan itibaren süreklilik kazandığı bilinmekte. Mevsimsel dönemler açısından kıyaslandığında ise 2018 yılının mevsim normallerine kıyasla ilkbahar döneminde 3, kış döneminde ise 2.8 santigrat derece daha sıcak olduğu bildirilmekte (Meteoroloji Genel Müdürlüğü, 2018 Yılı İklim Değerlendirmesi, 2019).
Bilindiği üzere küresel düzeyde yaşanan iklim krizinin en önemli sonucu ekstrem hava olaylarının sayı ve sıklığının artmasıdır. Tarım ve Orman Bakanlığı'nın raporlarına göre; 2018 yılında iklim afetlerinin Antalya, Balıkesir, Kahramanmaraş, Mersin, Ordu ve Şanlıurfa'da daha sık yaşandığı ve özellikle Antalya başta olmak üzere Akdeniz'i etkisine alan tropik benzeri fırtınanın dikkat çekici olduğu belirtilmekte. 2018 yılı itibariyle ülkemizdeki meteorolojik karakterli doğal afetlerin ilk üç sırasını sel (%39), fırtına (%28) ve dolu (%16) oluşturmakta.
Gerek ulusal gerekse küresel veriler, yaşadığımız tablonun bir iklim krizi olduğunu, doğal gelişim sonucu olmayıp insan kaynaklı geliştiğine ve etkili önlemler alınmazsa dünyanın geleceğini yok edeceğine işaret etmekte.
Bilimsel araştırmacılar 2030 yılına kadar atmosfere salınan ve iklim krizine yol açan karbon emisyonunun yarıya indirilmesinin zorunlu olduğunu belirtse de her geçen yıl salınımın arttığı görülmekte.
Kimi iddiaların aksine yaşanan iklim krizinin insan kaynaklı olduğu ve sanayi devriminin olumsuz bir sonucu olduğunu atmosferik karbondioksit düzeyinden izleyebilmek mümkün. Gerçekten de uygarlık tarihi boyunca atmosferdeki karbondioksit seviyesi iki bin yıl boyunca 270 – 285 ppm (milyonda bir partikül) arasındayken, sanayi devrimi sonrası hızla artış göstererek 1985 yılında 350, 2012 yılında 400 ppm'e ulaştı ve 2019 itibariyle de 400 ppm düzeyini aştı.
Yapılan hesaplamalara göre geri dönülmez seviyeye sadece 12 yılın kaldığı ve bu zamandan sonra alınacak önlemlerin geri dönüşümü sağlayamayacağı öngörülmekte.
Daha fazla büyüme ve daha çok tüketim mantığının gelip dayandığı yerin küresel bir yok oluş gerçeği olması ne ilginç. Kapitalizm büyümek için attığı her adımda evreni biraz daha yok oluşa yaklaştırıyor.
Öte yandan kapitalizme içkin olan eşitsizlik gerçeği bu yok oluş sürecinde de kendisini gösteriyor: ABD, Kıta Avrupası ve Çin'in atmosfere saldığı karbondioksit salınımları, geri bırakılmışlığı nedeniyle atmosfere karbondioksit salamayan Afrika'da katliamlara varan ölüm ve yıkımlara yol açıyor. Dünyanın egemenlerinin doymak bilmez hırsları, şişkin mideleri ve her şeye rağmen daha fazla büyümeye yönelmiş politikaları, kendilerinin aç gözlüğü nedeniyle yeterince gelişememiş ve aç kalmış Afrika başta olmak üzere dünyanın ötekilerini ölüme ve tüm yerküreyi yok oluşa sürüklüyor. Her gün yaklaşık 200 canlı türünün yok olduğu ve son 44 yılda canlı popülasyonunun yüzde 60 oranında azaldığı biliniyor.
Yaşanan iklim krizi kitlesel yok oluş dışında hastalıkları ve zorunlu göçleri de tetikliyor. 2008 – 2018 yılları arasında 265 milyon insanın göç etmek zorunda kaldığı, bu rakamın 2050 yılında ise 200 milyona ulaşacağı öngörülüyor.*
Neyse ki, dünyanın baronlarına başkaldıran okul boykotları var. Greta Thunberg'in öncülüğünde geleceğin toplumunu kuracak gençler konuya sahip çıkıyor. 20 Eylül 2019'da ise "başımızdaki belaları çözmeyi okul çocuklarına bırakmakta temel bir haysiyetsizlik var" diyen yetişkinler küresel çapta ses veriyor.
Ya siz? Siz ne yapıyorsunuz?
Biz, hepimiz ne yapıyoruz söylenmekten başka?
NOT: Küresel İklim Grevi etkinliklerine sifirgelecek.org web sitesinden ulaşabilirsiniz.