"Yardımseven Olmak Kanımızda Var" çağrısıyla insanları kan bağışlamaya davet ediyor olsa da geçen hafta kan vermeye gittiği Kızılay standında "Bu kansızın kanını almayın. Bu ibnenin kanını almayın. Bu, Türklere hakaret etti" cümleleriyle saldırıya uğrayan Barbaros Şansal konusunda tek bir satır açıklama yapmadı Türk Kızılay'ı…
Sükût ikrardan mı geliyor acaba?
Bu utanç yetmezmiş gibi Avrupa Birliği oturum kartına sahip olması gerekçe gösterilerek kan bağışı yapması da reddedildi.
Peki ama bir yabancının ya da eşcinsel bir kişinin kan bağışı neden kabul edilmez?
Pek çok kişi kan yoluyla geçen bulaşıcı (enfeksiyöz) hastalıklardan toplumun korunması için böylesi kısıtlamaların getirildiğini düşünebilir. Gerçekten öyle mi?
Grip, Zatürre, AIDS, Kolera, Frengi, Sarıhumma, Veba, Verem, Sıtma, Kabakulak, SARS, Ebola...
Bunların tamamı bakteri, virüs ya da mantarların yol açtığı hastalıklardır.
Enfeksiyöz hastalıklar günümüzde dahi milyonlarca kişiyi öldürmektedir. Örneğin sadece 1994 yılında Zaire'deki kolera salgınında 50 bin Ruandalı ölmüştür. Çiçek, yirminci yüzyılda 300 milyon kişinin ölümünden sorumludur. Orta Çağ'da görülen veba salgınları, Avrupa nüfusunu yüzde 20 oranında azaltmıştır.
Verem, halen her yıl 1,5 milyonun üzerinde insanı öldürmektedir. Bugün itibariyle büyük çoğunluğu 5 yaş altı Afrikalı çocuk olmak üzere her 10 saniyede 1 insan sıtma nedeniyle ölmektedir.
1918'de yaşanan grip salgını Nazilerden ve Japonya'ya atılan iki atom bombasının yol açtıklarından daha fazla sayıda insanı öldürmüştür.
AIDS, sadece Amerika'da, Amerikalıların yirminci yüzyılda katıldığı tüm savaşlarda ölen insanlardan daha çok sayıdaki kişinin hayatını kaybetmesine neden olmuştur.
Bulaşıcı hastalıkların bu ölümcül yıkımı nedeniyle tıp ve hekimlerin bu hastalıklara olan ilgisi tarih boyunca hep azami düzeyde olmuştur. Tıpkı bugün olduğu gibi...
Ancak egemen tıp öğretisi, kıyımlara neden olan bu hastalıklara yol açan etkeni mikroskobik detaylarına kadar analiz ederken, bu etkenlerin yol açtığı hastalıkların ağırlığı, yaygınlığı ve sonuçlarını etkileyen sosyal faktörleri daima göz ardı etmiştir. Daha önemlisi miyopik bakış açısı nedeniyle aşı, ilaç ve karantina ile sorunların çözüleceğini düşünmüştür. Aklını, fikrini, gücünü, kuvvetini, dimağını ve parasını daha iyi bir ilaç ya da aşı geliştirmeye ayırmıştır.
Aşının ve ilacın çaresiz kaldığı durumlarda ise toplum sağlığı için ayrımcı yasaklar koymuş, karantinalar uygulamış ve hiç çekinmeden insan haklarını ihlal etmiştir.
Sınıflar arasında dönemin egemen ideolojisine göre şekillenen hiyerarşiyi meşrulaştırmıştır.
Ötekileri ve çoğu zaman mağdurları, hastalıkların ve hastalıklara bağlı sonuçların sorumlusu ve suçlusu ilan etmiştir.
Oysa söz konusu hastalıkların hemen tümünün etkeni tarım devriminin insanlığa mirasıdır. Tamamının yol açtığı sağlık sorunları sanayi devrimiyle artmış ve ağırlaşmıştır. Küreselleşme ise lokal ve bölgesel sorunları tüm dünyanın derdi haline getirmiştir.
Sözün özü, enfeksiyöz hastalıkların asıl etkisi biyolojik değil kültüreldir.
Tarihin hiçbir döneminde tıp, ideoloji ve politikadan bağımsız olmadı. Tıpkı bugün olduğu gibi...
Her ne kadar aldığı kararlar siyaset üstü gibi görünse de -ki tıbbın en büyük başarısı budur- tıbbın aldığı kararların tamamı ideolojiktir, politiktir.
Tarih boyunca kimi kritik anlarda "insan hakları" adına hareket ederek insanlar arasında ayrımcı uygulamaları pekiştirmiştir. Ağırlıkla 'öteki'ler karşısında 'beriki'lerden, güçten, egemenden yana taraf olmuştur.
Tıpkı 1832'de İrlanda'dan Kanada'ya gelen göçmenleri "halk sağlığı" gerekçesiyle Grosse Île tecrit kampında ölüme mahkûm etmesi gibi...
Pek çok tarih kitabı yazmasa da halkın sağlığı için uygulanan bu tecrit altı ay içerisinde kampı ölüm mekânına dönüştürmüştür. Ölümler o düzeyde artmıştır ki, cesetleri gömmek için adada yeterli toprak kalmadığı için dışarıdan toprak getirtilmiştir.
Oysa İrlandalılar ve elbette diğer göçmenler, Eski Dünya'yı etkisine alan kıtlıktan kaçıyorlardı. Yaşanan kıtlığın sebebi ise patatesi çürüten Phytophthora infestans isimli bir mantardı. Ancak ne yazık ki toplumu etkisine alan önyargı ve ırkçılık, açlığın pençesinde kıvranan İrlandalıları yaşanan sorunun nedeni olarak suçlamış ve toplum sağlığı için uygulanan tecrit politikasıyla onları adeta ölüm cezasına çarptırmıştı.
Tıpkı günümüz Türkiye'deki düzensiz göçmenlerin, memleketteki sorunların sorumlusu ve suçlusu ilan edilmesi gibi...
Bulaşıcı hastalıkları olan kişilerin toplumdan ayrılması ve izolasyonu, Hippokrates döneminden beri hayata geçirilen bir uygulamadır. Bu köklü geçmiş nedeniyle pek çok hekim tarafından makul görülen bir politikadır karantina ve ayrımcılık.
Oysa karantina çoğu zaman sosyal politikanın bir parçası olarak toplumsal normlar uyarınca şüpheli ve sapkın olarak tanımlanan kişilerin üzerine tıp iktidarının silinmez damgasını vurur.
Tıpkı Haziran 1892'de, kolera, kötü yaşam koşulları, açlık ve maruz kaldıkları zulüm nedeniyle Rusya'dan Amerika'ya göç etmek isteyen Yahudilerin, Yeni Dünya'ya kolera salgınını taşıyacak kişiler olarak damgalanması gibi...
Ne gariptir ki, Amerika'da kolera salgınını önlemek için uygulamaya konulan karantina Eski Dünya'dan göç eden herkese uygulanmadı. Sınıfsal kökenleri nedeniyle gemilerde ara güvertede seyahat eden yoksullar karantinaya tabi tutuldu sadece. Aynı kentteki aynı limandan aynı gemiye binmiş olsalar da kamarada kalan üst sınıf yolcular ise hastalıklardan azade temiz insanlar oldukları için karantina uygulamasından muaf tutuldular.
Amerikalılar ise yabancı hastalık olarak tanımladıkları kolera için uygulanan karantina önlemlerini yeterli görmüyorlar ve karada da önlem alınmasını talep ediyorlardı. İshalli kişilerin yaşadığı düşünülen evlerin sağlık polisi tarafından basılması ve kolera tanılı hastalar ile ailelerin isimlerinin halk sağlığı gerekçesiyle gazetelerde yayınlanması halkın taleplerine hükümetin verdiği yanıtlardı.
New Yorklu hekimler, "pis göçmenler tarafından bulaştırıldığı kanıtlanan" hastalığa karşı savaş açmışlardı.
Tıpkı günümüzde kimi hastalıklara karşı savaş açan kimi hekimler gibi...
Tıpkı eşcinsel ilişkinin televizyonlarda çok fazla görünür olmasını toplum sağlığı açısından sakıncalı bulan tıp fakültesi diplomalı kişiler gibi...
Vasco de Gama'nın seyahatiyle Hindistan'a taşınan frengi hastalığının sorumlusu Fransızlara göre İtalyanlardı. İtalyanlara göre ise ona "Napoli Hastalığı" ismini veren Fransızlardı asıl sorumlu. Ruslar frengiyi "Leh Hastalığı", Japonlar "Çinli Hastalığı", İngilizler ise "İspanyol Hastalığı" olarak adlandırmıştı.
Kimilerine göre ise sorunun nedeni Mars, Jüpiter ve Satürn'ün akrep burcunda sıralanmış olmasıydı.
Kimileri için de insanların cinsel aşırılıklarına yönelik Tanrı'nın cezasıydı bu hastalığın nedeni...
Oysa etken Treponema pallidum idi ve iddia edilenin aksine cinsel hastalık biçiminin MÖ 600'lere kadar uzanan eski bir tarihi geçmişi vardı.
Veriler Treponema enfeksiyonlarının yaklaşık 1 milyon yıl önce Afrika'da yaşayan hayvanlardan insanlara bulaştığına, hatta 1,6 milyon yıl önce yaşamış Homo erectus'u dahi etkilediğine ve zaman içerisinde şehirleşmenin, ticaretin, savaşların, artan nüfus yoğunluğunun, sosyal çevrenin değişimiyle zührevi biçime dönüştüğüne işaret etmekte.
Oysa frengi, öteki ulusların hastalığı olarak nitelendi uzun bir süre. Daha sonra da egemen toplumsal normlara uymayanların hastalığı olarak damgalandı. Gerçekten de Viktoria Döneminin ahlâkçılık anlayışı uyarınca hastalığın kaynağı; "ahlâki erdemlerden sapmış, fahişeler veya adı çıkmış kişilerle arkadaşlık eden erkek ve kadınlar" olarak tariflendi. Dönemin normları uyarınca bu hasta kişiler, sergiledikleri "ahlâk dışı cinsel davranış" gereğince zaten hastalığı hak etmiş suçlulardı.
Bu dönemde kimi bilim insanları ise frenginin bardak, kapı tokmağı, tuvalet gibi cinsel ilişki dışı yollarla da geçebileceği bilgisini topluma yayarak masum bulaşlar olabileceğini söyleyip, hastaların sosyal açıdan temiz sayılmasını sağlamaya çalışıyorlardı. Oysa bu bilgi bilimsel gerçeklerle bağdaşmamaktaydı.
Sözün kısası frengi konusunda bilim, kapkara bir karanlığı var etmişti.
Bugün itibariyle AIDS, SARS, Ebola, Tüberküloz (Verem), İnfluenza (Grip), Leishmaniasis (Şark Çıbanı) ve benzeri hastalıklar için toplum genelinde geliştirilen olumsuz algı ve tutumların altında geçmişin utanç dolu tarihi mirasının etkisi vardır.
Ne yazık ki günümüzde de insanların ve hastaların, çeşitli ahlâki ve bilimsel gerekçelerle toplumdan dışlanması, sürgün edilmesi, kan bağışlarının kabul edilmemesi, uçuş lisanslarının iptal edilmesi, öğretmenlik yapmalarının engellenmesi, istenmeyen kişiler olarak tanımlanması, ulus devlet sınırlarının dışına sürülmesi ve binbir farklı tıbbi ya da gayri tıbbi yolla ayrımcılığa maruz kalması devam etmektedir.
Bu nedenle, hele ki göçmenliğin arttığı ve giderek artacağı bir ülke ve dünya ortamında, insan haklarından bağımsız bir tıp pratiği düşünülmemelidir.
Kızılay'ın kan bağışı çadırından polikliniklere kadar her yerde sergilenen hekimlik "praksisi", her koşul ve her durumda evrensel insan hakları değerleriyle birlikte ele alınmalıdır. "Halk sağlığı" gibi çok masum ve haklı bir gerekçeyle uygulamaya konulacak politikaların beklenen ya da beklenmeyen sonuçları, özellikle kırılgan gruplar açısından büyük bir hassasiyet, ihtiyat ve çekimserlikle analiz edilmelidir.
Toplumun ekseri çoğunluğunun talep ettiği ya da onay verdiği uygulamaların doğru olmayabileceği ve kimi zaman tek bir kişinin doğruyu gösterebileceği unutulmamalıdır.
Çünkü bilelim ki; dün de, bugün de, yarın da; politikadan, siyasetten ve ideolojiden bağımsız bir tıp bilimi olmayacak.
Dün de, bugün de, yarın da egemen tıp ideolojisi o günün geçerli toplumsal normlarını bilim kisvesi altında yeniden üretecek ve toplum nezdinde çok güçlü biçimde meşrulaştıracak.
Ancak ne iyi ki; dün de, bugün de, yarın da var olan toplumsal normlara itiraz eden, onları tanımayan ve ikirciksiz biçimde insan haklarından yana taraf ve saf tutan tıp doktorları, sağlık çalışanları ve özgür yurttaşlar da olacak.
Onlar her yerde ve her durumda insan hakları için hep direnecek.
Tıpkı günümüz Türkiye'sinde hep birlikte yan yana direndiğimiz gibi...
(Referans: Sherman IW, (Çeviri: Tümbay E & Anğ Küçüker M), Dünyamızı Değiştiren On İki Hastalık, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Basım, Ekim 2017.)