“Ben 1632 yılında York şehrinde iyi bir aileden doğdum. Ailem oranın yerlisi değildi. Babam önce Hull’da yerleşmiş, Bremenli bir yabancıydı. Hali vakti yerinde bir tüccar olan babam daha sonra ticareti bırakıp York’a yerleşmiş, şehrin önde gelen ailelerinden Robinsonlar’ın kızı olan annemle evlenmişti. Bu yüzden adın Robinson Kretznaer olmuştu. Ama İngiltere’deki kelimeleri çarpıtma alışkanlığından dolayı şimdi bize Crusoe diyorlar.”
Muhtemelen hepimiz ilk İngilizce roman olarak kabul edilen ve yukarıdaki satırlarla başlayan Daniel Defoe’nun ölümsüz romanı Robinson Crusoe’yu okumuşuzdur. Gerçek hayatta Isla Mas a Tierra isimli adada yalnız başına yaşamış olan Alexander Selkirk’in hikâyesinden yola çıkılarak yazıldığı iddia edilen bu romanda orta sınıf bir ailenin maceraperest küçük oğlunun başına gelenler anlatılır.
Aklım erdiğinden beri Crusoe’nun 24 yıl tek başına yaşadığı o adada, barındığı yerin etrafındaki arsayı neden çitle çevirip kendisine bahçe yaptığını düşünüp durdum. Öyle ya tüm ada onunken, hayatını tüm adaya teşmil etmek mümkünken, neden ada toprağının küçük bir bölümünü çitlerle çevirme ihtiyacını duymuştur Crusoe?..
Adanın tümünü özgürce kullanmak ve adanın tümünde yaşamak yerine, çitlerle çevrili küçük bir parçasına sahip olmayı neden yeğ tutmuştur Robinson?..
Sahip olmanın, kullanmaya olan üstünlüğü nereden köken alır “beyaz adam”ın uygarlığında?
Ve neden Crusoe, adaya gelen yabancıların elinden “kurtardığı” kişiye ismini sormadan Cuma demiştir? Öyle ya “Cuma”, Robinson’dan önce de vardı ve muhtemelen ondan sonra da var olacak. O halde “öteki”nin kendisinden önceki hayatını neden yok saymıştır “medeni” Robinson?
Daha önemlisi neden yaşadıkları ıssız adada hiç ihtiyacı olmamasına rağmen ona İngilizce ve Hristiyanlık eğitimi vermiştir? Ötekinin dilini öğrenmek ya da başka bir ortak dil bulmak yerine neden kendi dilini ve kültürünü nakşetmiştir Cuma’ya?..
Onun “vahşi”liğini ve yamyamlığını, onu eğiterek gidereceğine inanmasının düşünsel kökeni nedir?
Peki, Cuma’nın başka bir isimle anılma, başka bir dili konuşma ve başka bir inanç ya da inançsızlığı yaşama hakkı yok mudur? Cuma’nın inandığı yaratıcı, Hristiyan Tanrısı olmak yerine “Benamuke” olarak kalsaydı, insan olma vasfından ne kaybederdi o siyah insan?..
Cuma, okul olmayan bir adada “beyaz adam” tarafından eğitilerek medenileşirken, tıpkı okullarda olduğu gibi beyaz adamın uygarlığına sadakat göstermeyi öğrenmiş ve kendisine ait olmayan o uygarlığın hizmetçisi olmuş olabilir mi? Gördüğü eğitim, medenileşmiş siyah bir adam olarak, beyaz adamın uğruna hayatını feda etmesine yol açmış olabilir mi?
Uzatmaya gerek yok; çok açık ki “misyoner” Crusoe, Batı öğretisinin bir gereği olarak, doğayı mülk edindiği gibi Cuma’yı da sahiplenmiştir.
Tabiri caizse adaya da Cuma’ya da “beyaz adam”ın imzasını atmıştır.
Tıpkı hortum afetinin vurduğu Alabama’yı ziyaret eden Melenia ve Donald Trump’ın, Ronald Reagan’ın izinden giderek İncil’e imza atması gibi.
Simon Bramhall isimli deneyimli cerrahın, normal şartlar altında kanamaları durduran argon ışınını amacı dışında kullanarak, ameliyat ettiği hastaların karaciğerine isminin baş harflerini kazıdığını öğrenince aklıma Crusoe’nun “bahçe çiti” ve “Cuma”sı geldi.
Batı uygarlığı neden toprağın ve insanın sahibi olmayı istiyor?
Neden toprakla ya da insanla birlikte yaşamı paylaşmak yerine, onu mülkiyetine geçirmekten kendisini alamıyor?...
Nedenleri çok tartışılabilir ama görülen o ki, bu mülkiyet saplantısının vardığı nokta hastaların karaciğerine kadar ulaşmış durumda.
Öte yandan söz konusu mülkiyet çılgınlığının nispeten daha zararsız bir örneğini “selfi”ler oluşturuyor kuşkusuz. Bir yere gittiğini, orada bulunduğunu, birileriyle birlikte olduğunu ve nasıl özenilesi bir durumda olduğunu hissedip yaşamak yerine, bir başkasına gösterme ve sanal da olsa hayata izini – imzasını nakşetme hali “beyaz adam”ın peşini bırakmıyor.
Tıpkı hayvanların hüküm sürdükleri ve tahakküm kurdukları alanın sınırlarını idrarlarıyla belirlemelerinde olduğu gibi.
Durdurulamaz, önlenemez, önüne geçilemez biçimde sahip olma ve sahipliğini cümle aleme ilan etme hali.
Hayatın tümünü uhdesine geçirme, işgal etme, ötekine bırakmama hali...
Sağlık ortamı, bu çılgınlığın insanı insanlıktan çıkaran trajikomik durumunu çok daha sakil biçimde ortaya koyuyor: Ameliyat odalarında hastanın bedeninden çıkartılmış organlarla ya da hastanın ciğerine, ağzına, kıçına sokulan borularla ya da başarılı bir tedavi sonrası bizatihi hastanın kendisiyle çekilen fotoğraflar eşliğinde sosyal medyada görünme sapkınlığı!
Hastanın, bedeninin ve bedeninin bir parçasının, Robinson’a ait olan Cuma gibi, insani vasıflardan azade kılınarak mala dönüştürülmesi, mülkiyete tabi kılınması.
İnsanın, bedenin ve organın araçsallaşması, metalaşması.
Adına hastane denilen ticarethanelerde insan bedeninin haraç mezat satışa çıkartılması. Tıp fakültesi diplomalı bezirgânlarla sürekli bir çığırtkanlık halinin sürdürülmesi.
Otobüs terminallerinde insanı ifrit eden çığırtkanların, beyaz önlük giyimli biçimde hastanelere, gazetelere, televizyonlara ve sosyal medyaya taşınması.
Çığırtkanlık mesleğinin akademik titrlerle eğitimli hale gelmesi.
Bu pespayeliğe, dönüşen sağlıkta kalkınma, ilerleme denilmesi.
Söz konusu gayya kuyusuna düşmeyenlere başka bir dünyadan gelmiş zombi muamelesi yapılması.
Hasılı kelam; “misyoner” Robinson gibi, güçsüz olanın üstünde tahakküm kurarak statü ve kazanç elde edilmesi.
Batı modernitesine hükmünü nakşeden kapitalizmin “kolonya” (sömürgeci)l kötülüğünün tıp ortamına taşınması…
Ameliyat ettiği hastaların karaciğerine imzasını atan cerrah, attığı imzayla hastalara zarar vermemiş olsa da gücünü kötüye kullandığı ve hastaların güvenine ihanet ettiği gerekçesiyle ücretsiz kamusal hizmet ve 10.000 sterlin para cezasına mahkûm edildi.
Sosyal medya başta olmak üzere yazılı ve görsel basında sağlık çalışanlarının fotoğraf paylaşım saplantısı bugün itibariyle tüm hızıyla devam etmekte.
Televizyonun sabah programlarında ya da yazılı medyada “haber” adı altında ücreti mukabil yayınlanan “sağlık reklâmları” tam gaz yürürlükte.
Hekimlerin Facebook, Twitter, Instagram sayfaları çoktandır bir reklâm panosu işlevi görmekte.
Meslektaşlarından bir adım öne çıkan hekimler ise Youtube aracılığıyla kendilerini ve mesleki ürünlerini pornografik malzeme olarak sergilemekte...
Anlayacağınız hastaya ve mesleğe dair en ufak mahremiyetin kalmadığı, kazanç uğruna herkesin sermayeleştiği, transparan kimliklerle her bir şeyin orta yere serildiği “hardcore” tıp endüstri iş başında. Bedensel ve ruhsal tecavüz bu ortamda kaçınılmaz, iyisi mi siz zevk almaya bakın!
Ne garip; ahlâkçılığın hayatımıza kâbus gibi çöktüğü bu dönemde, hasta ile hekim – sağlık çalışanları arasında kalması gereken sırlar akıllı telefonlar sayesinde afişe oluyor.
Kazanma, başarı ve kariyer uğruna insan mallaşıyor.
Bilginin yerini gösteri, mahremiyet ve tevazunun yerini teşhircilik ve kibir alıyor.
Tıpkı siyasete egemen olan düşünce gibi!
Tıpkı öldüğünde cismi gibi ismi de kaybolsun diye kabrinin başına dahi mezar taşı dikmeyen bir kültürün, dünya durdukça ismi baki kalsın histerisiyle Çamlıca’da kibre ve teşhire gark olması gibi!
Pek çok kişi, Tippecanoe Savaşı'nda kızılderilileri katleden Indiana Valisi William Henry Harrison’un 1840 yılında ABD Başkanı seçilmesi üzerine, hasta yatağındaki kızılderili reis Tecumseh’in “beyaz adam”a ölümcül bir lanette bulunduğuna inanır.
Belki de “beyaz adam”ın var ettiği uygarlığın başına çöreklenen lanet Tecumseh sözlerinde değil, başka bir kızılderili olan Şef Seattle’ın “son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık tutulduğunda; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak” sözlerindeki hikmetin, bizatihi “beyaz adam” tarafından idrak edilmemesinde saklıdır.
Zorunlu Açıklama: Yeni Zelenda’da “beyaz (bir) adam”ın, emperyal tarihi misyonuna sahip çıkarak, ötekinin yaşamasına izin vermeyen ve hayatın tümünü işgal etme, ele geçirme isteğinin yansıması olarak gerçekleştirdiği katliam sonrası Yeni Zelenda başbakanının başörtüsü takması, mecliste Kur’an kıraatı ya da radyo ve televizyonlardan canlı olarak ezan okutması onun katliamdaki siyasi sorumluluğunu ortadan kaldırmamaktadır. Öte yandan Türkiye Cumhuriyeti dahilinde bugüne kadar Sünni Müslüman dışı kesimlere karşı yapılan onca saldırı ve katliam sonrası benzer bir jestin yapılmasının dahi telaffuz edilmediği, aksine son günlerde olduğu gibi mitinglerde katliam görüntülerinin gösterilerek şiddetin pornografisi eşliğinde her değerin istismar edilip sömürüldüğü not edilmelidir.