Açlığın ve yoksulluğun neden olduğu bebek ölümlerini yenememiş bir dünyada, her bir kişi için her yıl 230 dolar silahlanma harcaması yapılmasını nasıl izah edebiliriz?
Her üç yurttaşından birisi ciddi maddi yoksunluk içerisindeyken Türkiye’nin silahlanma yarışında dünyada dereceye girmesini nasıl izah edebiliriz?
Kürt Sorunu konusunda 2005 yılı sonrasında gözlenen paradigma değişikliği ve 2009 yılından beri çeşitli adlar altında 2015’e kadar uzanan barış arayışları varken, 2008 ile 2017 yılları arasında askeri harcamaların yüzde 45 oranında artmasını ve bu dönemde silahlanma yarışını dünyada en hızlı arttıran ikinci ülke olmanın çelişkisini nasıl izah edebiliriz?
Yurttaşlarının yüzde 69’u borç içerisinde yaşarken, yüzde 61’i yıl içerisinde bir hafta dahi evden uzakta bir tatil yapamazken, nasıl oluyor da bu ülke bir yılda 18.2 milyar doları silahlanmaya ayırabiliyor?
Oysa askeri harcamaların yüzde 5 oranında azaltılmasıyla, göreli yoksulluk yaşayan 1,5 milyon haneye ayda 300 TL civarında düzenli gelir yaratmak mümkün. Harcamanın yüzde 20 oranında azaltılması ise, her beş kişiden birisinin sağlık sigorta priminin devlet tarafından karşılanması anlamına geliyor.
Mermiye giden mideden çıkıyor!
Peki nasıl oluyor da midesinden yeterince “domates, biber ve patlıcan” geçmeyen insanlar, silahlanmaya bu kadar fazla kaynak ayrılmasını onaylıyor?
Nasıl oluyor da dün cihana hükmetmeyi çağrıştıran “Sen Türkiye’sin Büyük Düşün” vaadinin, bugün tanzim satış kuyrukları gerçeğine dönüşmesiyle mermilere harcanan kaynaklar arasında bağlantı kurulamıyor?
Sorulara yanıtınız eğer “terörün varlığı” ise, üzgünüm ama fena halde yanılıyorsunuz demektir. Çünkü Zayıf ve Erkenekli’nin yaptığı araştırmada da ortaya konduğu üzere; kültürel değerlerin askeri harcamalar üzerine etkisi, “global terör indeksi”nden çok daha fazla (V. Zayıf ve M. Erkenekli, Savunma Bilimleri Dergisi, 2015). Söz konusu araştırmanın verileri, kişisel çıkarların belirleyici olduğu toplumlarda askeri harcamaların anlamlı oranda daha fazla olduğuna işaret ediyor.
Hiç kuşku yok ki, askeri harcamaları tek bir kültürel değere bağlı olarak açıklamak mümkün değil. Zaten söz konusu araştırma da böylesi bir iddiayı öne sürmüyor. Aksine teorik olarak oldukça makul hipotezleri dahi yanlışlıyor.
Ancak bir gerçek var ki benzer araştırmalarda da saptandığı üzere kültürel değerler, askeri harcamaları, içeriği oldukça tartışmalı olan “terör” kavramından daha çok belirliyor.
Tıpkı kendisinin ve çocuklarının midesinden yeterince “domates, biber ve patlıcan” geçmeyen insanların, “beka” ve benzeri değerlere sahip çıkışları nedeniyle silahlanmaya onay vermesi gibi.
Öte yandan “savunma harcamaları” olarak adlandırılan silahlanmanın olumsuz etkisi sadece kaynakların temel ihtiyaç maddelerine ayrılamaması değil. Silahlanma, yaşamın temelini, mesleklerin ethosunu yerle bir ediyor. Nasıl mı?
Gurur ve umut
Türkiye Cumhuriyeti’nin Afrin’de askeri operasyon yaptığı dönemde okudum sağlık çalışanlarının oradaki faaliyetlerini.
Haberde dikkati çeken en önemli vurgu; “Zeytin Dalı Harekâtı” sonrasında “günlük hayatın normale dönmesi için” halkın öncelikli sağlık ihtiyaçlarının karşılanmaya başlanması oldu.
Gerçekten de öyledir: Silahın alt üst ettiği hayatı, sağlıkçılar normale döndürür.
Afrin’de de benzer bir durum yaşanmış. Hastane ve sağlık ocaklarının fiziki durumları iyileştirilmiş ve onlarca sağlık çalışanı, haftanın 7 günü ve günün 24 saati binlerce hastayı muayene etmiş, tedaviler önermiş, aşılar yapmış. Sağlık çalışanlarının bu zor koşullardaki özverili çabaları sayesinde hastalıklara şifa bulunmuş, hastaların diyaliz ihtiyaçları giderilmiş, yüzlerce annenin çocuğu “yaşama sırası sende” diyerek dünyaya getirilmiş.
Bir hekim ve daha önemlisi bir insan olarak bu hizmetlerden insanlık adına gurur duymamak mümkün mü?
Hele bebekler için yapılanlardan!.. Öyle ya, “Bebeklerin ulusu yok” diye bize seslenen şair ne çok haklıdır. Çünkü hangi milletten olursa olsunlar başlarını aynı biçimde tutar bebekler. Gözlerinde aynı sevimlilik, ağıtlarında hep aynı istek saklıdır.
Ne de olsa onlar, dünyanın ve insanlığın ortak umutlu geleceğini temsil ederler.
Pekiyi ya sağlıkçılar? Hekimler, hemşireler, hasta bakıcılar... hastaneler?
Sağlık çalışanlarının bebeklerden en önemli farkı onların uluslarının ve ideolojilerinin olmasıdır elbette. Ama sağlık çalışanları, evrensel bir mesleğin temsilcisi oldukları için, hizmet sunarken hastalar arasında ayrımcılığa neden olabilecek bu özellikleri göz ardı ederler.
Ancak gelin görün ki mesleğin bu temel etik ilkesini hayata geçirmek hiç kolay değil. Çünkü silahın gölgesi, mesleğin ethosunu her zaman ve her yerde tarumar ediyor. Tıpkı Afrin’e yönelik harekâtın yapıldığı günlerde, operasyona destek olmak için, Sivas Numune Hastanesi’nin hastabaşı monitörlerinde Türk bayrağı ve asker görsellerinin yayınlanması gibi.
Haberdeki hastane yöneticisinin yaptığı açıklama dikkate alındığında; “günde yaklaşık 25-30 bin kişinin giriş–çıkış yaptığı” bir hastanede, “harekâta yönelik farkındalık oluşturmak ve Türk birliklerine destek olmak için” başlatılan uygulamanın meslek etiği açısından kabul edilmesi olanaklı değildir.
Çünkü her şeyden önce askeri bir harekât konusunda farkındalık oluşturmak ve kendi ülkesininki dahi olsa herhangi bir “askeri (ya da silahlı) birliği desteklemek”, sağlık kurumunun ve sağlık çalışanlarının görevi değildir. Aksine sağlık çalışanları ve sağlık birimleri, savaş ortamında cephede dahi, bırakın herhangi bir tarafı desteklemeyi, herkese, “düşman” olarak tanımlanan tarafa dahi hizmet sunmakla yükümlüdürler.
Öte yandan hiç kuşkusuz o hastanenin yöneticisi, hekimi, hemşiresi, hasta bakıcısı, morg görevlisi, sekreteri ve bil cümlesi, haberde ifade edildiği gibi, kalpleriyle, gönülden ve içten Türk askerini, ordusunu ve devletini destekleyebilirler.
Tek şartla: Sağlık çalışanı olarak görev yapmadıkları sürece!
Ama bir sağlık biriminde herhangi bir sorumluluk üstlendikleri andan itibaren sağlık alanında çalıştıklarını hatırlamak zorundadırlar.
Çünkü o hastaneye başvuran hastaların, söz konusu harekâtı desteklememe ve hatta harekâta karşı çıkma hakları vardır. İşte böylesi bir hasta, o hastanenin monitörlerinde gördüğü bayrak ve asker görsellerinden çekinebilir ve o sağlık kurumunda görüşleri nedeniyle ayrımcılığa uğrayabileceği kaygısını taşıyabilir.
Bir hastanın, bir sağlık kurumunda, ayrımcılığa maruz kalmasa dahi böylesi bir kaygı yaşaması sağlık alanının etik çerçevesinin tümden imhası anlamına gelir.
Kuşkusuz aynı bakış açısı nedeniyle, Isparta’da yakın zaman önce Sağlık Bakanlığı’na devredilen askeri bir hastaneye Siirt’in Eruh ilçesindeki bir çatışmada ölen Jandarma Uzman Çavuş Yunus Emre’nin adının verilmesi uygun değildir.
Benzer biçimde, Muğla’nın Marmaris ilçesindeki askeri hastanenin Sağlık Bakanlığı bünyesine geçmesi sonrasında adının, 15 Temmuz darbe girişiminde Marmaris’te hayatını kaybeden polis memuru Nedip Cengiz Eker olarak değiştirilmesinin de uygun olmadığı gibi.
Tüm bunların aksine, doktor Abdullah Biroğul, hemşire Eyüp Ergen ve sağlık personeli Abdulaziz Yural gibi mesleğin yüz aklarının isimlerinin sağlık kurumlarında yaşatılmasının meslek etiği açısından uygun olması gibi.
Kabul edelim ve saygı gösterelim ki sağlık hizmet alanı bütün yapılanmasıyla evrenseldir ve bu nedenle mesleğin etik ilkeleri ulusal yasaların üzerindedir.
Zaten tam da bu nedenle sağlık çalışanları, insanlığın ortak umutlu geleceğini temsil ederler.
Tıpkı bebekler gibi, onlar “çiçeği(dir) insanlığımızın”:
“Bırakalım sevdayla büyüsünler / Serpilip gelişsinler fidan gibi / Senin benim hiç kimsenin değil / Bütün bir yeryüzünündür onlar / Bütün insanlığın göz bebeği…”