Bilenler bilir 9 Şubat tarihi dünya genelinde "Sigarayı Bırakma Günü" olarak kabul edilmiştir. Doğal olarak gün vesilesiyle Sağlık Bakanlığı’nın halka sigarayı bırakma çağrısında bulunması beklenir.
İzleyebildiğim kadarıyla geçtiğimiz haftasonu böylesi bir açıklama yapılmadı kamusal sağlık otoritesi tarafından. Ama Sağlık Bakanlığı'nın bıraktığı boşluğu son yıllarda sıkça rastladığımız üzere Diyanet İşleri Başkanlığı doldurdu. Başkan Ali Erbaş, Sağlık Bilimleri Üniversitesi tarafından düzenlenen programda sigaranın haram olduğunu (bir kez daha) ifade ederek, dünya ve ahirette mutluluğa ulaşmak için sigaranın bırakılması çağrısında bulundu.
Toplantının yapıldığı üniversitenin rektörü olan Prof. Dr. Cevdet Erdöl de Diyanet İşleri Başkanı’na "tütün bağımlılığı ile mücadelede üstlenmiş olduğu güçlü liderlik" dolayısıyla onur ödülü ve tablo takdim etti.
Diyanet İşleri Başkanı Erbaş, toplantıda yaptığı konuşmada sigaranın sağlığa zararlı olduğunun ittifakla dile getirildiğine dikkat çekerek, "bir Müslüman olarak dinî hassasiyet taşıyan vatandaşlarımızın sigaraya mesafe koyup başlamadıklarını, başlayanların da bir şekilde bırakmak için uğraş verdiklerini görmek bizi oldukça memnun ediyor. Mutlu ediyor. Çünkü inançlı insan kolay kolay haram işlemeye, el uzatmaz diye düşünüyorum" ifadelerini kullandı.
Araştırma verileri aksini söylese de şehir efsanesi yalanınca halkın yüzde 99’unun Müslüman olduğu bir ülkede bundan daha doğal ne olabilir diye sakın ola ki düşünmeyin.
Çünkü bu ülkede sadece Müslümanlar yaşamıyor.
Çünkü sigara / tütün bağımlılığı sadece Müslüman insanların sorunu değil.
Çünkü sorun teolojik bir mesele değil.
Daha önemlisi Diyanet İşleri Başkanı’nın iddia ettiği gibi "inançlı insanların haram işlememek ve harama el uzatmama" gibi bir meziyetleri hiç yok. En azından son on yılda memlekete egemen olan inançlı insanların el uzattıkları, ceplerine indirdikleri, istismar ve tecavüz ettikleri haramlar bu iddianın yanlışlığını fazlasıyla kanıtlıyor.
Öte yandan dünyada ABD ve Avrupa’nın aksine Güneydoğu Asya, Ortadoğu ve Afrika gibi Müslüman nüfusun daha yoğun yaşadığı bölgelerde tütün tüketiminin artıyor olması ve uygulanan projeye rağmen Mekke ve Medine’nin dahi tütünden arındırılamaması, tütün tüketimi ile dindarlık arasında bir ilişkinin olmadığını, aksine ölümcül bu salgının temelini kapitalizmin ekonomi politiğinin oluşturduğunu ortaya koyuyor.
Hal böyleyken tütün tüketimi ve bağımlılığı, teolojik meseleymiş gibi ele almak ve bu konuya inanç alanından kamusal politika üretmek kabul edilebilir değil.
Bilelim ki böylesi bir adım sağlığı, mutluluğu, özgürlüğü değil dinbaz bir esareti var eder.
Uzun yıllardır akademisyen olarak tütün kontrolü dersi veriyorum. Bu yıl da tıp fakültesi üçüncü ve beşinci sınıflara verdiğim tütün kontrolü dersinde Diyanet İşleri Başkanı’nın geçmişte yaptığı şu açıklamasına yer verdim:
Garip ama videoyu izlettiğim her grupta Diyanet İşleri Başkanı’nın açıklamasını izlerken hep bir vaveyla koptu. İlk dersi verdiğim grup hiç beklemediğim bir tepki göstererek tebessüm, gülme ve hatta kahkaha eşliğinde eleştirel bir gözle izledi videoyu –sonraki gruplarda da sergilenen bu tepki biçimi hiç değişmedi.
Kanaatimce gösterilen bu tepkinin iki nedeni var. Nedenlerden ilkini derste o ana kadar tütünün ekonomi politiğini tartışmamız oluşturuyor.
Tütün şirketlerini, yönetim kurullarını, onların kazanç güdülerini, yaptıkları lobi faaliyetlerini, Dünya Bankası’nın konuya bakış açısısını,... kısacası kapitalist sistem ile tütün kullanımı arasındaki nedensel ilişkiyi irdeledikten sonra, "haram" diyerek sigaraya karşı çıkmak hakikaten oldukça gülünesi bir durumu var ediyor.
Gerçekten de dünyanın temel dürtüsü para ve kazanç olmuşken, söz konusu kapitalist heyulaya karşı sistemi göz ardı eden "haram" temelli kişisel bir karşı çıkış yapmanın naifliği ve çaresizliği karşısında tebessüm etmemek pek mümkün değil.
Bir öğretim üyesi olarak öğrencilerin bu tepkilerini, insanlığın para karşısındaki düştüğü zavallılığı alaya alan bir tutum olarak değerlendirdim ve sevindim.
Öte yandan öğrenciler tarafından sergilenen tepkinin altında başka bir nedenin de yattığının ve bu nedenin ilki kadar masum olmadığının da farkındayım. Örneğin başörtülü bir öğrenci, Diyanet İşleri Başkanı’nı izledikten sonra, "Bu açıklamaya inananlar da var hocam" dedi –kendisini özenle ayrıştırmaya gayret ederek.
Sınıfın demokratik tartışma ortamını güvenceye almak için, Başkan’ın açıklamasına inanan ve onun gibi düşünen insanlardan yana konumlandım. Sonrası incelikle örülmüş bir müzâkere...
Ama çok açık bir gerçek var ki; temasta bulunduğum öğrencilerin büyük bir çoğunluğunun kendileri ve ebeveynlerinin hayatının önceliklerini siyasal İslam değerleri oluşturmuyor. Bu anlaşılabilir bir durum. Ancak dinbazlığın dar gömleğini herkese giydirmeye çalışanların fark etmediği ya da fark etseler de umursamadıkları konu; memleket dahilinde yarattıkları dayatmanın neden olduğu tepkinin kendilerine değil inancın kendisine yönelmiş olmasıdır.
Bu yönelişin alanımdaki yansıması ise "haram" gerekçesine karşılık kopan o vaveylada saklı... O nedenle siyasi iktidar, -sigara konusunda yaşandığı gibi- her konuyu fırsat bilip dinbaz siyasetini topluma ne kadar dayatırsa, toplum genelinde dayatılan inanca olan tepki ve red o oranda artıyor.
Diyalektik dediğimiz tam da bu değil mi: her şey karşıtını var eder!
Emin olun umutsuz değilim. Evet nefes almamız her geçen gün zorlaşıyor. Evet otoriter siyaset her geçen gün biraz daha soluksuz bırakıyor hepimizi. Ama emin olun bu dayatma müthiş bir karşı tepkiyi de toplumun kılcal damarlarında büyütüyor.
İnanmıyorsanız bakın gençlere. Gözlerine, sözlerine, sahici ve içten tepkilerine bakın...
Ne iyi ki gençler, her ne kadar kendilerini Diyanet İşleri Başkanı’nın "haram" hükmünün gereği yapacak kimseler olarak görmeseler de, kendi inancı gereği bu emrin gereğini yapmaya çalışacak hastalarına karşı büyük bir anlayışla yaklaşıyorlar.
Birey temelinde sergilenecek hekimlik pratiğinde, hastanın inancına karşı en ufak bir saygısızlık yapmadan, aksine o inancın içerisinden onu anlayarak onu tütün karşıtı bir pozisyona getirmek ya da var olduğu pozisyonunu güçlendirmek konusunda kendilerini görevli addetmekteler. Hatta bu çerçevede Ramazan ayının tütün bağımlılığından kurtulmak konusunda kişiye bir imkân verdiğini ve hekimin bu olanağı fırsata çevirmesi gerektiği konusunda hemfikirler.
Ne iyi ki geleceğin hekimleri, hastalarına karşı tütün kullanmak da dahil olmak üzere hiçbir nedenle ayrımcı ve ötekileştirici bir tutum sergilemenin hekimliğe yakışmadığını ve çalışma hakkı başta olmak üzere hiçbir hakkın tütün kullanma gerekçesiyle kısıtlanamayacağı konusunda mutabıklar.
Ders kapsamında yaptığımız tartışmanın öğrencilere fark ettirdiği en büyük eksiklik; hekim adayı olarak kendilerinin Sünni İslam dışı inançlar konusunda yeterli birikime sahip olmadıkları ve diğer inançların benzer bir olanağı yaratabilecek ritüellerini bilmedikleri oldu –ki fark ettikleri bu eksiklik dinbaz siyaset açısından hiç istenmeyen bir durum olsa gerek.
Ve ne iyi ki hekim adayları, sigara / tütün kontrol konusunun hekim ile hasta arasında kişisel bir ilişki olmaktan çıkıp, bir takım yasa ve uygulamalarla devletin kamusal bir politikası haline geldiği andan itibaren, tütün karşıtı müdahalenin gerekçesinin inanç olmaması gerektiği konusunda çok netler. Bu çerçevede tereddütsüz biçimde Diyanet İşleri Başkanı’nın "haram" temelli teolojik gerekçesinin bir devlet / kamu politikası olması girişimini reddetmekteler.
Tartışma yürüttüğümüz sınıfların öğrencilerin çok büyük bir çoğunluğu, devletin tütün karşıtı uygulamalarının tek gerekçesinin teolojik zeminden kopartılmış biçimde "sağlık" olabileceğini ve tütün kontrolü dersinin işlendiği küçücük sınıfı dahi sağlık dışındaki herhangi bir gerekçenin birbirinden ayrıştırarak böleceğini ifade ediyorlar.
Geleceğin hekim adaylarının sergiledikleri bu tutumundan dolayı mutlu olmamam ve gelecek için umutlanmamam olanaksız.
Kuşkusuz bir öğretim üyesi olarak, hepimizi ortak kesen "sağlık" gerekçesinin de yetersiz kalabileceğini, kimi anlarda bu gerekçenin dahi otoriterlik ve baskı anlamına gelebileceğini, Nazi deneyiminin bu kapsamda oldukça öğretici olduğunu, Hitler’in "üstün bir ırk" yaratmak için sağlığı ve tütün bağımlılığını bahane ederek toplumu nasıl faşizan baskılara maruz bıraktığını, bu nedenle sağlık gerekçesinin yanına her durumda ve her ortamda insan hakları kavramının da eklenmesi gerektiğini söyleyip şerh düşerek...