Başbakan Erdoğan’ın, İran’a hareket ederken, faizlerin artırılmasına her zaman karşı olduğunu tekrarlaması, Türkiye’nin hangi çarpık anlayışla uçurumun eşiğine getirildiğini bir kez daha gözler önüne serdi. İdeolojik takıntılarının tutsağı olan Sayın Başbakan’ın bu açıklamasından sonra TC Merkez Bankası’nın gece yarısı radikal bir faiz artırımına gittiğini açıklaması ise ekonomideki büyük kandırmacanın sonuna yaklaşıldığını gösterdi. Sonuçta bu kandırmacayı yapanların istediği değil, küresel piyasaların dediği oldu ve faizlerde şok artışa gidildi.
Sayın Başbakan ve çevresi her gün yeni dış düşmanlar icat ederek kendilerini kandırmaya devam ededursunlar, Türkiye’nin dış dünyadaki ve uluslararası piyasa çevrelerindeki itibarı, onların bu saçmalıkları sayesinde yerle bir olmuş durumda. Geçen hafta boyunca Davos’ta karşılaştığım herkes, biraz da şaşkınlık içinde, “ne oldu size, nasıl bu duruma düştünüz?” sorusunu sordu bana. Olan biteni anlamakta zorlanıyor, duyduklarına inanamıyorlardı. Bir kandırılmışlık duygusu içindeydiler sanki.
Kim kandırmıştı acaba onları? Sayın Başbakan’ın iddia ettiği gibi, milletini, vatanını sevmeyen, satılmış basın mensupları mı kandırmıştı bu yabancıları? Yoksa yabancılarla iş ilişkileri bulunan TÜSİAD mensubu işadamları mı? Türkiye’de her şey yolundayken yolsuzluk iddialarını yayanlar, ekonomi tıkırındayken “gerekli önlemler alınmıyor” diye uyarı görevini yapmaya çalışanlar mı bozmuştu Türkiye’nin dünyadaki itibarını?
Başbakan’ın akla ziyan suçlamaları bir yana, gerçekten de bir dizi kandırmaca nedeniyle şimdi yerlerde sürünüyor Türkiye’nin dış itibarı. Önce, şimdi kendini kandırılmış hisseden ve bu nedenle Türkiye’ye karşı tepkili olan yabancıların durumuna bir bakalım, onların nasıl bu noktaya geldiğini hatırlayalım.
Onlar kendi medyalarının yardımıyla kendi kendilerini kandırdı aslında. Ak Parti’nin iktidara geldikten sonra piyasa dostu bir çizgi izlemesi, Avrupa Birliği ile bütünleşme yolunda adımlar atması, çoğulcu demokrasinin savunucusu gibi görünmesi ve ekonomimizdeki gelişmenin, 2003’den itibaren ilgi gören ‘Yükselen Pazarlar’ hikayesine çok iyi oturması, dış dünyada ve yabancı medyada çok olumlu bir Türkiye görüntüsünün oluşmasını sağladı. Ak Parti iktidarı bundan muazzam yararlandı, daha önce görülmemiş boyutlarda yabancı sermaye çekti, tasarruf açığını dış kaynakla finanse ederek ekonomiyi büyütmeye devam etti. Türkiye’ye dışardan bakanlar bu “başarı” hikayesinin ardındaki gerçekleri fazla kurcalamayarak kendilerini kandırmaya devam ettiler. Başbakan Erdoğan’ın gerçek niyetini anladıklarında artık çok geç olmuştu. Ancak o zaman kandırıldıklarını anladılar ve fena halde tepki göstermeye başladılar. 2007’de yaklaşan küresel krizi algılamakta geciktikleri gibi Türkiye’deki gerçek tabloyu algılamakta da gecikmişlerdi ve bu nedenle öfkeliydiler şimdi.
Gerçekte Ak Parti ekonomi yönetiminde akılcı adımlar atmış, mali disipline önem vermiş, ülkedeki girişimcilik potansiyeli seferber edilmiş ve Türk lirasının ABD doları karşısında değerlenmesinin de yardımıyla kişi başına milli gelir 2008 yılında 10,000 doların üzerine çıkmıştı. Ancak bu sonucun elde edilmesinde, dış dünyadaki olumlu izlenimin ve bu sayede sağlanan yabancı sermaye desteğinin de büyük katkısı olmuştu. Türkiye, 2003’den itibaren yükselişe geçen ‘Yükselen Pazar’ ülkeleri kervanına katılarak ekonomisini geliştirmiş, küresel krizi de göreceli olarak az zararla atlatabilmişti.
Dış dünyada yaratılan olumlu görüntünün ve bu sayede elde edilen küresel desteğin bu başarıdaki rolü doğru algılansaydı Türkiye ekonomide daha iyi bir noktaya gelebilirdi. Ne var ki kendini kandıranlar yalnızca yabancılar değildi. Başbakan Erdoğan ve yakın çevresi de Türkiye’nin dünyada da ilgi çeken başarısının yalnızca kendi üstün yeteneklerinin bir sonucu olduğuna inandırmıştı kendilerini. ABD ve Avrupa’nın krize girmesi büsbütün kabartmıştı egolarını. Davos’ta, başka forumlarda ve Avrupa Birliği çevrelerinde boy gösteren sayın bakanlarımız Amerikalı ve Avrupalı üst düzey yetkililere ekonomi dersi vermekle övünüyorlardı. Başbakan Erdoğan da özellikle faizler konusundaki orijinal fikirleriyle ve “faiz lobisi” gibi icatlarıyla ekonomi literatürüne katkıda bulunuyordu.
Türkiye’nin dış dünyada da kabul gören başarı hikayesini tamamen kendi kerametine atfeden Başbakan Erdoğan’ın 2013 yılında benimsediği söylem, Batı dünyasıyla ve uluslararası sermaye çevreleriyle köprüleri atmayı göze almış bir liderin söylemiydi. Erdoğan, Türkiye’nin dış dünyada yaratmış olduğu olumlu görüntüyü yerle bir edecek adımlar atıyor, Türkiye’de iktidarına karşı yükselen tepkileri dış komplolara bağlıyor, değişen küresel koşullar nedeniyle alınması gereken ekonomik önlemlerin alınmasına, örneğin faizlerin artırılmasına karşı çıkıyordu. ABD Merkez Bankası’nın küresel likidite bolluğunu sınırlama niyetini açıklaması sonrasında, bundan en fazla zarar görecek olan ülkeler arasında Türkiye’nin adı öne çıkarken, Başbakan ve çevresi “bize bir şey olmaz” mantığıyla bildiğini okumaya devam ediyordu.
Başbakan bu popülist söylemi yerel seçimlere kadar sürdürebileceğini düşünüyor, dış dünyanın ve piyasaların tepkisini hafife alıyordu. 17 Aralık’ta başlayan süreç Türkiye’nin itibar kaybına bir halka daha ekledi. Türkiye’de güvenilir bir yargı düzeni bulunmadığı, yolsuzluk iddialarıyla sarsılan Ak Parti iktidarının kendisini ayakta tutan desteklerden birini kaybetme noktasına geldiği izlenimi güçlendi.
Sonunda ne oldu? Başbakan’ın inadı nedeniyle faiz artıramayan TC Merkez Bankası dolar başını alıp gidince bir gece yarısı faizleri radikal biçimde artırma kararı almak zorunda kaldı ve piyasalara teslim oldu. Ekonomideki büyük kandırmacanın acı sonuna yaklaşıyoruz. Tanrı ekonomiyi yeni kandırmacalardan korusun.