İhanet ağır bir itham, biliyorum. Ancak, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan, ardılı Davutoğlu ve tüm papağanları; hain, vatan haini, alçak, şerefsiz gibi sözcükleri o kadar pervasızca kullanıyorlar ki ihanet kavramı neredeyse anlamını yitirdi. Ben de bu sözcüğü rahat rahat kullanıyorum.
Evet; Erdoğan AKP’si öncelikle kendine ihanet ediyor ve bu ihanet ülkenin kaderine ihanete dönüşüyor. Önüne çıkarılan her türlü antidemokratik engele, vesayetçi-darbeci tehditlere rağmen 2002’de seçimleri kazanarak iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi bugün vardığı noktada kendi programını ve o programı da aşan özgürlük, şeffaflık, adalet, barış vaadlerini sadece unutmakla kalmayıp tümünü reddetmiş durumda. Böyle olduğunu partinin Burhan Kuzu gibi ağır topları “O gün öyleydi bugün böyle gerekiyor” diyerek pervasızca itiraf ediyorlar.
AKP Millî Görüş gömleğinden sıyrıldığını ilan ederek toplumun değişim ihtiyacı ve talebini iyi okuyan bir siyasal güç olarak sahneye çıktığında programıyla, vaadleriyle, elitizmi reddeden halkçı ve özgürlükçü söylemiyle yeni bir sesti: Türkiye toplumunu cendere içinde tutan, geleceğine ipotek koyan, uluslararası planda yalnızlaştıran militarist- elitist devlet geleneğine, asker-sivil bürokratik oligarşinin vesayetçi iktidarına, geniş halk kesimlerinin siyaset sahnesi ve kamu alanının dışında bırakılmasına karşı bir başkaldırıydı. İktidarının ilk birkaç yılında darbe hazırlıkları/girişimleriyle, daha sonra bir kısmı Ergenekon davasında yargılanan, önemli kısmına hiç dokunulmayan devlet içindeki çetelerin destabilizasyon operasyonlarıyla karşı karşıya kalması, partiyi kapatma tehditleri/teşebbüsleri, iktidara yerleşmesini engellemeye yönelik türlü ayak oyunları devletin 80 yıllık sahiplerinin (asker-sivil vesayetçilerin) yeni gelenlere karşı canhıraş iktidar mücadelesinin parçalarıydı.
Bu iktidar mücadelesinde 2002-2007 dönemi AKP’sinin elini güçlendiren; 2000’ler başının dünya ve Türkiye koşullarında tekçi, milliyetçi, otoriter, vesayetçi, gereğinde darbeci bir devlete ve onun kurumlarına karşı özgürlük ve demokrasi çıpasına sarılmasıydı: AB’ye üyelik çabaları, Kopenhag kriterlerini gerekirse Ankara kriterleri yapıp yola devam söylemi, ürkek ama olumlu yasa değişiklikleri, Kürt sorununda zemin yoklama, Kıbrıs sorununun, Ermenistanla ilişkilerin barışçı yollardan çözümü, azınlıkların haklarının iadesi için adımlar atılması, komşularla sıfır sorun politikası, 1982 darbe anayasasının değiştirilmesine, sivilleşmeye yönelik adımlar ve de asıl, bu adımların önündeki engel: askerî/bürokratik vesayetin geriletilmesi ...
Vesayet düzenini ve ordunun darbeci geleneğini sonlandıracak sivilleşmenin, bu doğrultudaki demokratik dönüşümlerin gerçekleşmesi Türkiye toplumunun acil ihtiyacıydı, AKP için ise yaşayabilmek, varlığını koruyabilmek, gerçek iktidar olabilmek için hayatî önemdeydi. Kısaca, AKP’nin ilk iktidar döneminde toplumun demokrasi, sivilleşme, özgürleşme ihtiyacıyla AKP’nin çıkarları ana hatlarıyla kesişiyordu.
2007 Milletvekili Seçimleri’nin hemen ardından, ilk adımı Ergenekon davası olan askerî-bürokratik vesayetle ve darbecilikle, dolayısıyla da eski rejimle hesaplaşma süreci başladığında AKP’nin hayatî çıkarlarıyla sivilleşmeye yönelik genel demokratik talepler hâlâ uyum içindeydi. Ancak davalar sürecinde yaşanan vahim hukuk ihlalleri, keyfî uygulamalar, tutuklamalar, toplumdaki cepheleşmeyi körükleyen adımlar, vb. AKP’nin gerçek değil kendine demokrat olduğuna ilişkin kuşkuları besleyip soru işaretlerini artırdı.
Kendisini muhafazakâr (Müslüman) demokrat olarak tarif eden AKP’ye karşı seçimleri kazandığı andan itibaren savaş açmış olan, iktidarda kalmasının gerekiyorsa darbe ile, müdahale ile engellenmesinin zorunluluğuna inanan sağlı sollu ulusalcı kesimlere, yaşam biçimlerini tehdit altında hisseden Batıcı laik elitlere, İslamî renkli her siyasete baştan karşı radikal cumhuriyetçilere, sosyalist solun bir bölümüne göre asıl amacı şeriat düzenini getirmek olan AKP, demokrasi ve sivilleşme konusunda takiyye yapıyordu. Bu atmosferde gidilen 12 Eylül 2010 anayasa referandumu, zaten gerilemiş, etkisizleşmiş, bölünmüş Türkiye solunun yakın dönemde yaşadığı en önemli çatlaklardan birine sahne oldu. Travmatik izleri hâlâ silinmeyen “Yetmez ama evet” tercihi; referanduma sunulan maddelerin (ki HSYK’ya ilişkin olanlar haricinde diğerlerine CHP dahil kimsenin köklü bir itirazı yoktu) darbe anayasasına göre daha demokratik olduğunun onaylanmasından, yani taktik bir demokratik tercihten fazla bir şey değilken AKP’ye destek olarak anlaşıldı. (AKP’nin yüzde 58 evet’ten aldığı güç ve kendine güven hesaba katılırsa, bu algı çok da yanlış değildi.
12 Eylül referandumundaki evet oyları, o sıralarda defalarca yazmış olduğum gibi AKP’ye demokrasi ve sivilleşme adımları karşılığında açılmış koşullu bir krediydi; en azından ben ve benim gibi AKP ideolojisi ve siyasetiyle uzaktan yakından ilişkisi olmayan, sadece sivilleşme ve demokratikleşme umudunun peşinde gidenler için böyle olduğunu söyleyebilirim.
Sivilleşme ve demokratikleşme yolunda cesaretlendirmek için açılan krediyi, AKP tam bir kapkaççı edasıyla ve demokratlara nanik yaparak alıp götürdü. Demokrasi konusunda takiyye yaptığını, askerî vesayet yerine kendi sivil diktasını getireceğini, fabrika ayarlarına geri dönüp özgürlükçülük ve çoğulculuk yerine Sünnî îslam bir toplum projesini hayata geçirmeye çalışacağını, vb. ileri sürenler haklı çıktılar.
Kendi payıma yanlışın daha demokratik, daha çoğulcu ve özgürlükçü vaadlere/adımlara kredi açmakta, şans tanımakta, yani umudu yitirmemekte değil; AKP’nin sınırlarının bu kadar dar (hatta hiç) olduğunu hesaplamamakta yattığını düşünüyorum. Programına, ilk yıllarındaki vizyonuna, topluma vaadlerine, yani kendine ihanet etmekte bu kadar pervasız olacağını düşünmedim. Yanlış olan: “yetmez ama evet”teki “evet” değil, demokrasiyi tesis için onay talep eden AKP’nin ideolojik kökenlerinin, siyaset kültürü fukaralığının, neoliberal vahşi kapitalist özlemlerinin, iktidarını sağlamlaştırdıkça onu aslına döndüreceğini yeterince hesaba katmamaktı.
Tarihler, yasa maddeleri, uygulama örnekleri vererek uzun uzun anlatmaya hiç gerek yok. Hem uygulamada hem de yasalarda sivilleşme, özgürleşme, saydamlaşma, demokrasi adına ileri adım ya da vaad adına ne varsa hepsi; 2014 AKP’sinin yeni Osmanlıcı, Müslüman muhafazakâr toplum projesi ve neoliberal bezirgân ekonomi planı doğrultusunda, bırakın birkaç yıl öncesini 1990’ların da gerisine gitti. Daha 8 ay önce AKP’nin o sırada işine geldiği için biraz “iyileştirilen” kimi yasa maddelerinin bugün suçlarının örtbas edilmesi ve polis devleti kurulması amacıyla yeniden değiştirilmesi gidişata son örnek.
AKP kendine bile demokrat değil artık. Attığı her yeni adımda kendi programına, yani topluma, seçmene verdiği namus sözüne ihanet ediyor. Her uygulamasıyla, özellikle de Erdoğan-Davutoğlu’nun, onların yakın kurmaylarının, partinin ağır abilerinin her sözü, her adımıyla kendi siyasal varlık nedenine darbe indiriyor. 2000’in başlarında birlikte yola çıkanlardan ya da sonrasında partiye katılanlardan pek çoğunun bugün yapının dışında kalmalarının, Abdullah Gül’ün bile dışlanmasının nedeni de bu. Çöküşün önüne geçmek için tek yapabildikleri; sivil toplum, medya, muhalefet ve devletin bütün kurumları üzerinde baskı ve sıkı denetim kurmaya çalışmak, öte yandan da “paralel devlet darbesi” benzeri algı operasyonlarıyla suçlarını, pisliklerini, yolsuzluklarını kitlelerin gözünden saklamak. Misâl: 17 Aralık-25 Aralık soruşturmalarına takipsizlik kararı.
Eğer ülkeyi de kendisiyle birlikte kaosa sürükleme tehlikesi olmasaydı, AKP’nin kendine ihaneti beni hiç ilgilendirmezdi. Ama ne yazık ki vahim gidişat hepimizi tehdit ediyor. Sağduyulu, namuslu, gözbağı takmamış AKP’lilerin kendilerine acilen sormaları gereken soru “Nereye gidiyoruz?” sorusudur.