Van depreminin enkazından söz etmiyorum; hayır... Yüzlerce insanımıza mezar olan, birlerce insanımızı...
Van depreminin enkazından söz etmiyorum; hayır... Yüzlerce insanımıza mezar olan, birlerce insanımızı bu kış kıyamette damsız, odsuz, ocaksız, işsiz, aşsız bırakan, bu ülkede hâlâ insan kalabilmiş olanları acı ve ıstıraba boğan felaketin yarattığı enkaz bir süre sonra kaldırılır; yıkılan binaların yerine yenileri yükselir, ölülerin yerini yeni doğanlar alır; geride kayıplardan, acılardan süzülmüş ince derin bir keder kalır. Sonra zaman denilen unutma canavarı acıları soğutur, kederi kemirir; hayat eskisi gibi akar gider.Sadece deprem felaketine uğrayan bölgenin, sadece Van çevresindeki insanlarımızın değil bütün Türkiye’nin, 74 milyonun, senin, benim, hepimizin altında ezildiğimiz onarılamaz, temizlenemez, kaldırılamaz bir enkazdan söz ediyorum: İnsanlığın ta “on emir”den, kadim çağlardan beri korumaya, ulaşmaya çalıştığı en temel değerlerinin, ahlakın, vicdanın, canlıya saygının, yaşamayı ve yaşatmayı görev bilmenin, siyasetin, dinin, inancın, iyiliğin, sevginin, yüreklerin ve akılların, üç kağıtçı katil müteahhitlerin inşaatları gibi un ufak olup çökmesinin ardından bu ülkeyi bütünüyle kaplayan enkazdır altında kaldığımız. Acıtıcı Gerçeği GörelimFelaket haberi telefonlara, ekranlara, rotatiflere yansıdığı andan itibaren pişirilip kotarılmış bir hayal aleminde, bir kendini kandırma denizinin içinde bulduk kendimizi. Siyasilerin, sorumluların, görevlilerin, devlet yetkililerinin, yerel yöneticilerin durumu kendi işlerine yarayacak biçimde görüp göstermelerine, kendilerinin de inandıkları veya inanmak istedikleri siyasi yalanlara alışığız. Vahim olan: içimizi serinletmek, kimi zaman kendi suçumuzu günahımızı, kimi zaman mensup olduğumuz siyasetin, inancın, cemaatin suçunu günahını ört bas etmek için ürettiğimiz veya inandığımız beyaz yalanlardı. Vahim olan: o acıtıcı çıplak gerçeği görmezden gelmemizdi. Üstelik bunu bütün safiyetimiz, bütün iyi niyetimizle yapıyorduk. Bir değil birden fazla ve her biri 9 şiddetinde afetler üretebilecek toplumsal fay hatlarıyla bölünmüş ülkemizin, Van depremiyle büyük bir kardeşlik ve birlik havasına girdiğine inandırılmak isteniyorduk. Böyle olmasını istediğimiz için de inanmaya yatkındık. Medya, Van depremzedelerine yardım için çırpınanların fedakârlıklarını anlata anlata bitiremedi. Patrondan işçiye, öğretmenden öğrenciye, yoksuldan zengine, anlı şanlı TV’lerden rock’cılara, sanatçılara, bizler Batı’nın beyaz Türkleri, bir televizyon sunucusunun deyimiyle “Deprem her ne kadar Van’da da olmuş olsa” “oradaki” ötekilerin yardımına koşmak için birbirimizle yarıştık. Siyasiler bölgeye üşüşüp devletin kurumları seferber olurken, ekranlarının karşısında kendimizden ve devletimizden pek memnun kaldık. Eh işte alicenaplık bu kadar olurdu. PKK’nin destekçisi “oradakiler” hak etmiyorlarsa da, işte necip Türk milleti yüceliğini dosta düşmana göstermişti!Sakın yanlış anlaşılmasın; sivil toplumun vicdani uyanışını ve insani dayanışmasını asla küçümsemiyorum. Olsa olsa bu vicdan kurtaracak bizi diyorum. Ama bildiğimiz halde dile getirilmesinden hoşlanmadığımız acı bir gerçeği de hatırlatmak istiyorum. Ekranlarda seyrettiğimiz, içlerinden olduğumuz için yakından bildiğimiz o sivil toplum, kimi zaman gözyaşlarıyla izlediğimiz o vicdan hareketi, o insanlar, hepimiz, 74 milyonun içinde azınlığız. Bunu söylediğimde itiraz eden, kötümserliğimi yenmeme yardımcı olup beni hizaya getiren arkadaşlarıma sormak istiyorum: Çoğumuz kolilerimizi yardım malzemesiyle doldurup paketlerimizi gönderdikten sonra bu ülkede sürmekte olan savaş konusunda, Kürt sorunu konusunda neler konuştuk, hangi duygulara kapıldık? Hadi açık sözlü olalım: “Ah, yardım ettim ama içim rahat değil, o yardımlar PKK’ye gidecek diye korkuyorum”, ya da “Kürtler de bu yardımları görüp artık düşmanlıktan vazgeçsinler”, ya da “İşte biz kardeşliğimizi gösterdik, artık onlar da nankörlük etmesinler” benzeri cümleleri ben çok duydum, okudum, siz duymadınız mı hiç? “Derem Allahın Kürtlere cezası”, “Devletin polisine taş, askerine mermi atarsanız taşın altında kalırsınız işte”, “Tek kuruş yardım yok, her kuruş teröristlere mermi olarak gidecek” türünden binlercesi, onbinlercesi sokakta, dolmuşta, otobüste ve de sosyal medya denilen kirletilmiş ortamda dolaşıp duran “yüksek fikirler”i söz konusu bile etmiyorum. TV programcısı bir kadıncağızı, milyonların havasını ekrana yansıttığı için günah keçisi yapıldı. O hedef alınarak vicdanlar aklandı, günahlar yıkandı. Sonra ne oldu? O TV figürünün programı, bilmem kaç kanalın ortak yayınla yardım topladığı saatlerde reytingte hepsini geçti. Sonra ne oldu? Hemen ertesi gün, bu ülkenin Başbakanı, bu türden söylemleri kınarmış gibi yaparken, kelimesi kelimesine TV programcısı kadının sözlerini tekrarladı. Kürt siyasi hareketini, BDP’li yerel yönetimi tamamen aynı mantık ve aynı sözlerle yerdi: Polise taş atanlar bugün neredeler, diye gürledi. Neredeler diye sordukları ya enkazın altında, ya mezardaydılar, ya da yardımları PKK’lilere aktarırlar kaygısıyla, güvensizlik duygusuyla koordinasyon birimlerinden uzak tutuluyor, işin içine katılmıyorlardı. Onlar da bu güvensizliğin farkında olduklarından hevesli değillerdi ortak çalışmaya. Bu konudaki fay hattı öylesine derindi ki, depremzede bir köylü “Türkiye’den gelen yardımlardan” söz ediyordu. Bir başkası “Biz Kürdüz diye çadır verilmedi” diyordu. Belki gerçek bu değildi ama toplumun damarlarına işlemiş ötekilik duygusu böyle hissetmesine neden oluyordu.Bu Enkazı Nasıl Kaldıracağız? Sözü uzatmadan, söylemek istediğim şu: Türkiye’nin önünü tıkayan ve sürekli toplumsal deprem üreten Kürt sorunu sürüp giden savaşla her an biraz daha vahim ve çözülmez aşamaya geliyor. Deprem felaketi kardeşliğimizi hatırlattı gibi tesellilerle oyalanmak kendi kendini kandırmaktan ibaret kalıyor. Yıllardır, on yıllardır muktedirler bu topraklar üzerindeki toplumsal fay hatlarını kendi ideolojik-siyasal iktidarlarını pekiştirmek için bilinçli, planlı şekilde derinleştirdiler. Halkımızın çok büyük çoğunluğu, ötekileştirici ve tahripkâr nefret söyleminin kurbanı oldu. Beni kötümserlikle suçlamadan önce yakın çevrenize bir kulak verin, nefret söyleminin çeşitli tonlarda ne kadar yaygın olduğunu, hiç ummadığınız kişilerden bile kaynaklanabileceğini göreceksiniz. Böyle olmasaydı; milliyetçi, ırkçı, şoven ayrımcılık, din ve mezhep ayrımcılığı, cinsiyet ve de cinsel tercih ayrımcılığı siyasal ideolojik kamplaşmalarla böylesine derinleştirilmeseydi bugün ülkemiz ve halkımız çok farklı yerlerde olurdu.Depremlerin enkazından çok daha ağır bir enkazın altındayız. Sürüp giden savaş ortamı, altında kaldığımız enkazı her gün, her an biraz daha büyütüyor, ağırlaştırıyor. Depremin ilk günü bile operasyonları durdurmayan, Başbakanın ve en yetkili hükümet üyelerinin ağzından ayrımcılığı sürdüren Türk devleti bir yandan, artık “savunma” kılıfına sokulamayacak, sivillere uzanan şuursuz ve hedefsiz saldırılarla her gün can almaya devam eden, ölmeyi öldürmeyi mücadele yöntemi sanan Kürt silahlı hareketi öte yandan, depremden çok daha büyük ve onarılmaz bir enkazı birlikte yığıyorlar üstümüze. Artık nefes alamaz, sağlıklı düşünemez ve yaşayamaz hale geliyoruz. Otuz yıldır her iki tarafa da ölümden, acıdan, kandan başka hiçbir şey sağlamamış ve sağlamayacak olan bu savaşı durdurmanın, hiç değilse enkazın daha fazla yığılmasını engellemenin bir yolu var oysa: İktidar hırsından, kof gururdan, intikam duygusundan, zafer tutkusundan kurtulma cesaretini gösterip barışın mimarı olmak... Öyle kolay ki aslında. Ey savaş ve intikam nutukları atan muktedirler! Ey her ağızlarını açtıklarında birbirlerine saldırmaktan başka söz, yapıcı bir diyalog, uzlaşmacı bir cümle bilmeyen siyasiler! Ey Türk ve Kürt asker/sivil komutanlar! Ve ey halkın oylarının yüzde ellisiyle iktidar olup da gururdan çatlamasına ramak kalmış Başbakan!...Bir sözünüz yeter. Basit bir söz, ilk adımda teferruata gerek duymayan yalın bir söz: “Savaşı durduruyoruz.” Hele bu söz bir söylensin, hele biri bu söze cesaret etsin, sonrası gelir, ardı doldurulur. Bu sözü ilk söyleyen tarihin gerçek kahramanı olacaktır, çünkü 21. yüzyılda kahramanlık payesi artık ölmek ve öldürmekle değil yaşamı ve insanı sakınmakla kazanılıyor. Bunu bir kavrasanız, barışa cesaret edebilseniz yüreklerine, kafalarına düşmanlık tohumları ektiğiniz insanlar da bu kötü tohumlardan kurtulacak. Türkü ile, Kürdü ile barış istiyor bu ülke. Savaşın bitmesini, Kürt ya da Türk, çocuklarının ölmemesini, birbirlerini öldürmemesini istiyor. Bu isteği daha yüksek sesle ve daha kitlesel dile getiremiyorlarsa, deprem felaketinde bile birbirlerini ötekileştirip nefret söylemi geliştirebiliyorlarsa, bunda kendi payınızı, kendi sorumluluğunuzu bir düşünün. Yoksa....Yoksa 9 şiddetinde toplumsal deprem çok yaklaştı. Yaşamakta olduklarımız sadece öncü sarsıntılar. Bir süre sonra enkazın altında hepimiz boğulacağız. Her biri birer gerçek kahraman olan kurtarma ekipleri de artık işe yaramayacak. Savaşı bitirmeye cesaret edin, barışa cesaret edin. Barış dudaklarınızın, parmaklarınızın ucunda. Sorumluluğunuzun farkında değil misiniz yoksa?