Bayram yazısı yazamayacağım, kimsenin bayramını kutlamayacağım, çünkü bayram günlerinde değil yas günlerindeyiz. Bayrakları yarıya indirerek tutulan göstermelik resmî yas, kanayan bölgemizin, ebedî mağdur ve mazlum Filistin halkının acılarıyla alay etmek gibi. Ve eğer bayramlar barışa, ödeşmeye, kardeşleşmeye vesile ise, bu ülkede ve bu acılı bölgede kimsenin bayram kutlamaya hakkı yok.
Gazze’de, dünyanın gözleri önünde öldürülen bebelerin, insanlığın bütün acıları kocaman kara gözlerinde toplanmış yaralı çocukların, çıplak ayaklarıyla topa koşarken vurulan Muhammed’in, İsrail bombardımanında yıkılan evlerinin enkazı önünde yere çöküp ağlayan Filistinli kadınların, oğullarının cansız bedenini kucaklarında taşıyan babaların, ölümlerin, acıların, yangınların dünyasında neyin bayramıdır kutlanan?
Gazze’de işlenen suçların birinci dereceden failinin İsrail devleti ve arkasındaki Batılı güçler olduğunu biliyoruz. Peki, Hıristiyan dünyasının beş yüz yıl önce yaşadığı kanlı mezhep savaşlarını 2000’lerde çok daha vahşi, çok daha ilkel ve bir o kadar insanlık dışı yöntemlerle İslam coğrafyasına yaşatanlar? El Kaide’den IŞID’a, Boko Haram’dan Nusra’ya, benzeri yüzlercesine tümü de din, îman, İslam adına kadın, çocuk, genç, yaşlı insan öldüren, suçsuz günahsızların boğazını kıtır kıtır keserken “Allah-u ekber” diye uluyan, kadınlara tecavüz edip elektrik direklerine asan, Mali’de “Ezan ile Kuran yeter” diyerek müziği, şiiri yasaklayan, saz çalanların ellerini kesen, şarkı söyleyenleri boğazından hançerleyen, camileri, türbeleri yıkan, binlerce yıl öncesinin kan, şiddet, vahşet ortamını 2000’lere taşıyanlar ve bu ilkel katil sürülerine yardım yataklık eden, göz yuman ya da sadece susanlar?
Hepsi Allah adına, Kitap adına, din adına, inanç adına öyle mi? Nasıl bir inançtır bu? Nasıl kanlı katil haline getirilmiştir bu genç insanlar? Onların mağduriyete ve ezilmişliğe isyanları hangi güçler tarafından, hangi iğrenç çıkarlar, hangi pis siyasal amaçlar uğruna çarpıtılmış, hedefini şaşırıp kendi insanına dönmüştür? Bayram günlerinde bile zulme, vahşete, kan dökmeye, can almaya ara vermeden; bir de oruçlar tutup namazlar kılarak, döktükleri kanların, aldıkları canların, yakıp yıktıkları yaşamların, tarumar ettikleri toprakların acılarını kan tutmuş meczup yüreklerine seccade yaparken hiç sormaz, hiç düşünmezler mi Tanrılarının emirlerini?
1990’ların başıydı, Birinci Körfez savaşı günleriydi. Yaşlı, saygın bir Alman savaş muhabiri/gazeteci ardında kısacık bir not bırakarak intihar etti: “Artık yazacak tek bir satırım kalmamıştı.”
Savaşlara, ölümlere, acılara, yıkıntılara, insanın insana zulmüne yıllar boyu tanıklık etmiş, vahşetin her türünü görmüş, yaşamış, aktarmış; ve sözün, yazının, umudun tükendiği noktaya varmıştı: Yazının, haberin, yorumun, sözün ve yaşamanın anlamının kalmadığı, insanın vicdanının gördükleriyle kirlendiği o son noktaya...
Şu günlerde Gazze’de, Filistin’de, Irak’ta, Suriye’de, Rojava’da, tüm bölgede akan kan karşısında “Artık ne söylense, ne yazılsa boş” diye mırıldanıyorum kendi kendime. Savaşı, zulmü, haksızlığı engellemek, bir nebze olsun azaltmak için çırpınmakla geçen bir ömrün sonunda dünyanın acıları karşısında büyük bir boşluk, hiçlik, yenilgi duygusu; bir de bu duyguyu ağırlaştıran, yoğunlaştıran bir Türkiye tablosu: Vicdanını, iyiliğini, adalet duygusunu, masumiyetini, güvenini gün be gün yitiren bir ülke; düşmanlık, ayrımcılık, kin nefret, yalan üzerine kurulu lanetli bir siyaset diliyle zehirlenen, lime lime ayrılıp birbirine düşman edilen, kin ve nefret söylemiyle esir alınan bir halk. İktidar, daha fazla iktidar, mutlak iktidar için insanın, hakkın hukuğun, adaletin, bütün değerlerin yerle bir edildiği pespaye bir siyasal ortam.
Bir adam; iktidarını korumak, pekiştirmek, Çankaya’ya sığınıp ağır suç ve şaibe yükünden kurtulmak için aylardır meydanlarda bilinçli, hesaplı şekilde milleti ortasından bölüp ayırma çabasında. Ne hukuk, ne adalet, ne din, ne saygı, ne insan, ne vicdan tanıyor. Bağırıyor, hakaret ediyor, tehdit ediyor. Ve asıl ürkütücü olan: bu tarz, bu üslup, bu adam, küçücük oğlu öldürülen bir anayı miting meydanlarında yuhalatırken bile meydanı dolduran kalabalıklardan alkış, yandaşlarından destek, devri iktidarında semirenlerden aferin alıyor.
Kimileri, bu adamı destekleyen kitlelere kızıyor, öfkeleniyor, hatta onları suçluyor, “müstahaksınız” diyor. Oysa eski rejimin yönetici elitlerince itilip kakılmış, küçümsenmiş, adam edilmesi gereken cahil güruhu sayılmış, bütün baskılara rağmen laik Kemalist sisteme eklemlenememiş bu halkın, “Mağduriyetinize ben son veriyorum, sizi iktidara ve birinci sınıf yurttaşlığa ben taşıyorum” diyen ve kendi dilini -o kitlenin bilinç düzeyi ve ruh dünyasının da altında bir düzeyden- konuşan adamı desteklemesinde şaşılacak ne var?
Dine-devlete biat kültürünün halkın genetik kodlarına kazınmış olduğu, demokratik gelişmesini tamamlayamamış, kul insandan birey insana kitlesel geçiş yaşanmamış bizimki gibi ülkelerde, kitlelerin popülist liderleri alkışlamaya, onlara dayanmaya, inanmaya ihtiyacı vardır. Ne yazık ki o lider ilkelleştikçe, çirkinleştikçe, vicdansızlaştıkça kitleler de o oranda lumpenleşir, hoyratlaşır, vahşileşir, doğal sağduyusunu, masumiyetini kaybeder. O kadar kaybeder ki oğlunun yasını tutan anayı yuhalar, meydanlarda dar ağaçları kurulsun, insanlar asılsın ister, Alevî diye, başka dinden, başka inançtan diye insan boğazlar, kendinden farklı olana, bütün ötekilere nefret duyar, ülkesine sığınmış Suriyeliyi linç etmeye kalkışır, bu memleketin has evladı, Türkçenin iyi yazarı Mario Levi’nin kitaplarına saldırır. Nefret söylemini inandığı, bağlandığı liderden dinleye dinleye kendisi de nefretle, öfkeyle, kinle dolar. Tarihte pek çok örnekleri görülmüş olan; lider bozuntusunun kitleyi sürekli aşağı çektiği, kendi düzeyini de aşağılarda tutarak onlarla bütünleştiği bir kısır döngüdür bu. Toplumsal dokunun çürüme, dağılma halidir ve her türlü bölünmeden daha tehlikelidir. Onarılması yıllar alır.
Ne hakkım var adı bayram olan şu günlerde böyle karamsar bir yazı yazmaya? “Artık yazacak tek bir satırım kalmadı” demeden önce yaşama tutunmak için bir umut ışığı arıyorum belki. Bunca yıl yazmış, söylemiş, çırpınmışsınız ve varılan noktada dünyanın ve ülkenizin hali karşısında kendinizi hem yenik hem de değiştiremediğiniz, düzeltemediğiniz için sorumlu hissediyorsunuz. Siz oturmuş bu satırları döktürürken yakınınızda biryerlerde insanların öldürüldüğünü, vahşetin din iman adına, iktidar adına, fetih, yayılma, cihat adına kol gezdiğini biliyorsunuz. İşte o zaman yazma eylemi anlamsızlaşıyor, saçmalaşıyor. Boş bir kandırmacaya dönüşüyor.
Yine de bir umut arıyorsunuz, her şey bu kadar da kötü değil diyebilmek için; insana, hayata tutunabilmek için, kötülükle zehirlenmemek, kendiniz de vicdansızlaşmamak, kötüleşmemek için. Şu günlerde küçük umut ışığım: genç bir insanın, bir Zaza Kürdünün, elinde bağlamasıyla bir Pir Sultan’dan bir Kürdistan’dan bir Anadolu içlerinden türküler söyleyerek Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanlığı’na aday olması. Halkların birliğinden söz ederken “nar gibi olacağız” diyebilmesi, gözlerinin içi gülerek gözlerimize bakıp, benim yitirmekte olduğum daha iyi bir dünya, daha iyi bir Türkiye umudunu kendinde taşıması.
İşte o zaman umutsuzluğa varan bezginliğimden utanıyorum. Yazacak bir satır daha vardır belki, belki de her şey boşuna değildi. Satır üstüne satır, eylem üstüne eylem, direniş üstüne direnişle, minik minik adımlarla da olsa gelindi bu yere. Belki de gelinen yerde benim de bir satırlık payım vardır, diyerek teselli buluyorum.
....................
Bu arada unutmayım: Düşündürürken gülümseten, gülümserken şaşırtan çizgilerinle T24’e hoş geldin Tan Oral.