Dün, Muktedir Erkekliğin Tecavüzcü Fıtratı başlıklı yazıda, kadına yönelen şiddetin derin ve kadim kökleri üzerine birkaç satır karalamış, bu şiddet ve tahakkümün bugünün sorunu olmadığını, yaygın bir zihniyetin yansıması olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Aradan sadece bir gece geçti; cinnet sınırında dolaşan toplumumuz, Büyük Millet Meclisi’ndeki arbede, yaralama, darp haberi ve gençler kartopu oynarken dükkânının camı kırılan esnafın gencecik bir gazeteciyi bıçaklayarak öldürmesi haberiyle bir kez daha şoka girdi.
Özgecan’ın hunharca katlinden bu yana, birkaç gündür herkes “Ne yapacağız?” diye soruyor. Soruya verilen cevaplar siyasî-ideolojik meşrebe göre değişse de, aile kurumunun sağlamlaştırılması, idam cezasının geri getirilmesi, Müslüman muhafazakâr kesimde de İslamî yaşama ve fıtrata dönülmesi önerileri öne çıkıyor. Dün bir ucundan yazmaya çalıştığım: fıtrata ve İslamî değerlere dönüş çözümü, iktidar partisi sözcüleri, yandaşları ve bizzat Cumhurbaşkanı tarafından çeşitli konuşmalarında mealen dile getirildiği için, biraz daha üzerinde durmaya değer diye düşünüyorum.
Tek tanrılı dinler erkek egemenliğini ilahî güce dayandırarak eril toplum düzenini, erkek iktidarını, o iktidarın doğal sonucu olan şiddeti mutlaklaştırır, pekiştirir. Eril zihniyet sadece erkeklerle sınırlı kalmaz, kadınların değerlerini ve kabullerini de etkiler; eşitsizlik ve teslimiyet onlara ilahî kader olarak dayatılır ve kadın bu dayatılmış kaderi içselleştirir.
Toplumlar geliştikçe, aşiret yapıları çözüldükçe, insanların ufukları genişleyip özgürleştikçe, sekülerleşmeyle birlikte din kurumu tek ve mutlak belirleyici olmaktan çıkar, dinî inanç eril devletin denetim ve yönetiminden kurtulup bireyin vicdanına, yani olması gereken yere yerleşir. Bu süreç ilerledikçe eril iktidar yapısı ve zihniyeti ağır ağır aşınırken kadın adım adım özgürleşir, toplumdaki varlığı belirginleşir, konumunu sorgular, başkaldırır ve kadın erkek eşitliği mücadelesi yükselir.
Müslüman muhafazakâr bir toplum hayalini (projesini) adım adım hayata geçirmeye çalışan AKP zihniyetinin kadın sorununa bakışı, tam da muktedir erkekliğin gücünü ve “haklılığını (!)” dinden alan bakıştır. Tayyip Erdoğan’ın buyrukçu, otoriter, nobran üslubuna yansıyan bu zihniyetin iktidarda olmasının, kadına karşı şiddetin artışında ve pervasızlaşmasındaki payı tartışma götürmez. Kadın erkek eşitliğini reddeden, kadınları özgür ve eşit bireyler olarak değil “Allah’ın erkeğe emaneti” mal olarak gören bu zihniyet cinsel takıntılı ve şiddete eğilimli erkek topluluğunda kadına şiddeti meşrulaştırdığı gibi, şiddet kullananın arkasını iktidar kurumlarına dayamasını da sağlar.
İslâma ve fıtrata dönüş, kadının bütünüyle erkeğe tâbi kılınması ve kadına şiddetin önünün açılması çözümüdür. Peygamber’den, Kur’an’dan, dinî metinlerden yapılan alıntıların, dinimizin kadını nasıl sakındığına, ne kadar önem verdiğine dair anlatıların, gözlerimizin önünde gerçekleşen uygulamalar karşısında hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.
Geleneksel kutsal aile sadece dinî, İslamî değil her çeşit muhafazakârlığın kalesi; kadın üzerindeki baskı ve şiddetin yuvasıdır. Töre ya da namus cinayetleri ailenin kararıyla, aile fertlerinin katılımıyla uygulanır. Erkeğin karısına, kızına, çocuklarına uyguladığı aile içi şiddetin boyutları -ensest dahil- aile mahremiyeti kalkanının ardında gözlerden gizlenir. Satıldıkları yaşlı adamların tecavüzüne uğrayan çocuk gelinler ailenin parçasıdır. Ailenin güçlendirilmesi, muhafazakâr terminolojide kadının çocuk doğurup eve kapatılması, efendisi erkeğin insafına ya da lütfuna terkedilmesi demektir. Bu kesimden kişilerin kadın ve aile konusunda yazdıkları, çizdikleri, söyledikleri, önerdikleri, uzun açıklamalara gerek bırakmayacak ve itirazları geçersiz kılacak kadar açıktır.
Kuşkusuz Türkiye’deki bütün aileleri aynı kalıpta düşünmemek gerekir. Kadın ve erkeğin özgür, eşit, gönüllü birlikteliğine dayanan seküler çekirdek aile, bütün sorunlarına ve geçirmekte olduğu kimi zaman sancılı evrime rağmen muhafazakâr kesimlerin ve iktidarın özlediği kutsal aileden farklı olarak kadına daha fazla eşitlik ve özgürlük sağlar. Aile mühendisliğine soyunan muhafazakârların, “aile yapısı çöküyor” diyerek feryad etmelerinin nedeni de budur zaten. Kadının eşitliği ve özgürlüğü onların eril iktidarlarına ve tahakkümlerine karşı tehdit unsurudur.
Özgecan’ın katlinin ardından toplumda kabaran öfke ve isyan kısasa kısas zihniyetini yeniden gündeme getirdi. Benzer olaylarda idam talebi daha önce de yükselmişti. Kan ve şiddet kültürünün egemen olduğu az gelişmiş bir toplumda kitlelerin çaresiz isyan duygularıyla linç ve idam önermelerini yadırgamamak gerek. Ne var ki, idam cezasının kaldırılmasını içlerine bir türlü sindirememiş dindar muhafazakâr kesimler ile eril şiddetin taşıyıcısı faşizan çevreler Özgecan’ın yarattığı acı ve öfkeyi, devletin düşüne taşına cinayet işlemesi anlamına gelen idam cezasını yeniden pazarlamak için fırsat saydılar. Yeni Yargıtay Başkanı’nın idam cezası tartışılabilir sözü, ilkel kısasa kısas zihniyetinin nerelere kadar uzandığını göstermesi bakımından yeterince vahim ve ürkütücü
Uzun söze gerek yok: İşin ahlâkî, insanî, vicdanî boyutları bir yana, dünya ve Türkiye çapındaki bütün araştırmalar idamın suçu azaltmadığını gösteriyor. İdamın pardonu, telafisi, geri dönüşü olmadığı gibi, uygulanan idamların topluma nelere mâlolduğu da bilinmekte. Bugün idamı geri getirmek için çırpınanların, bu şiddet ülkesinde yarın idam sehpalarına çıkarılmayacaklarının garantisi de ne yazık ki yok. Kitlelerin öfkeli tepkilerini yatıştırmak, ölümü değil kim olursa olsun insan yaşamını savunmak yerine ölüm tellallığına soyunan siyasiler, şiddetin artışından ve meşrulaştırılmasından da sorumludurlar.
Toplumun ruh hali cinnet sınırlarına dayandı. Psikolojik çöküntü şiddet eğilimini artırıyor. Toplumsal kültürümüzün zaten parçası olan şiddeti körükleyen, yaygınlaştıran, özendiren en önemli neden içinde yaşamak zorunda kaldığımız zehirli siyasal atmosfer. Devletin en tepesinden başlayarak, iktidarıyla muhalefetiyle siyasetin dili şiddet ve nefret dili. Özellikle ve öncelikle iktidardan kaynaklanan bu dil toplumun düşman cephelere bölünmesini ve şiddeti körüklüyor. Dilin şiddeti, siyasilerden başlayıp dalga dalga halka yayılarak fiilî şiddete dönüşüyor. Şiddet yaygınlaştıkça kanıksanıyor, meşrulaşıyor.
Sorunların çözümü üzerinde düşünebilmek için sakinleşmek, normalleşmek gerek. Öncelikle Cumhurbaşkanı’nın ve siyasilerin bir süre susmaları bile işe yarar, çünkü ağızlarını her açtıklarında gerginliği, düşmanlığı, şiddeti körüklüyor, toplumu lime lime ayırıyor, bölüyorlar. “Özgecan’ın acısında birleştik” sözü kendimizi kandırmaktan ibaret. O acı bizleri birleştireceğine, Tayyip Erdoğan’a, kendine tâbi olmayan, erkek şiddetine karşı çıkan, önerdiği muhafazakâr yaşam biçimini reddeden kadınlara yeni bir saldırı ve ötekileştirme fırsatı verdi.
İki yazıdır anlatmaya çalıştığım gibi kadına yönelik şiddet bir zihniyet meselesi ve zihniyet değişikliği kolay olmaz; hele de o zihniyet iktidardaysa… Yine de bir yandan eril iktidar zihniyetine karşı felsefî, sosyolojik, ideolojik, siyasal mücadele verilirken öte yandan yapılacak şeyler var:
Kadına şiddetin; saldırganın iyi hali (ne demekse!), kadının durumu, yaşam biçimi, rızası v.b, hafifletici nedenler gözetilmeden en ağır şekilde cezalandırılması; idamdan çok daha ağır bir ceza olan ağırlaştırılmış müebbed hapsin dava uzamadan, gereğinde tek celsede verilmesi; kadına yönelik şiddete hafifletici neden bulan, üst sınırdan değil alt sınırdan ceza kesen hâkimlerin görevden alınması; mevcut yasaların yoruma imkân tanımayacak şekilde ağırlaştırılması.
Şiddete maruz kalan kadınların etkin devlet korumasına alınması; şiddet uygulayan erkeğin ömür boyu gözetim altında tutulması, psikolojik tedavinin zorunlu olması.
Kadınları zaptırapt altına almaya yönelik söylemlerin sonlandırılması; kadının bedeni ve özel hayatıyla ilgili müdahalelerin suç sayılması. Kızlar 6 yaşında evlenebilir fetvaları verenlerin, kadın kocası olmadan dışarda dolaşmamalı diyenlerin, kızlı erkekli yaşanan evlerden söz edip mahalle baskısı yaratanların, din, ahlak, namus söylemleriyle toplumsal hayatta ve eğitimde kadınlarla erkekleri ayırmaya çalışanların beyanlarının ifade özgürlüğü olarak değil kadının özgürlüğüne müdahale olarak değerlendirilip suç sayılması.
Bağımsız kadın örgütlerinin aralarındaki farklılıkları öne çıkarmak yerine kadının özgürlüğü ve kadına şiddetin engellenmesi ortak paydasında ama’sız buluşarak ortak mücadele vermeleri. Bu mücadelenin siyasî yandaşlıktan ve ideolojik kutuplaşmalardan kurtulup, kadın sorunu araçsallaştırılmadan yapılması.
Bağımsız medyanın sadece kadına değil her türlü şiddete karşı tutarlı ve kararlı bir tutum sergilemesi. Şiddet içeren, belli bir gruba karşı nefret dili kullanan, kadını aşağılayan yayınların, dizilerin reyting hesabı yapılmadan yayından kaldırılması.
Bir başlangıç olarak muktedirlerin çenelerini tutmaları, tutamadıkları zaman da nefret ve ayrımcılık söylemlerine medyada yer verilmemesi, yok sayılmaları.
Çok mu uçtum, imkânsız mı bunlar? Yüzleşmeye, birleşmeye ve mücadeleye cesaret edebilirsek imkânsız değil.