Bu ülkede çocuklar, gençler, kadınlar öldürülüyor. Bu ülkede insanlar Ermeni diye, Kürt diye, Alevî diye, Sünnî diye öldürülüyor. Bu ülkede insanlar farklı görüşten, farklı kültürden, farklı etnik-dinsel kimlikten, farklı cinsel yönelimden oldukları için öldürülüyor. Ya da linç ediliyor, ötekileştiriliyor, korkutuluyor, sindiriliyor. Şiddet kol geziyor, bu ülkede artık kimse güven ve huzur içinde değil. Herkes herkese düşman, herkes birbirinin kurdu, herkes birbirinin haini. İçine yuvarlandığımız şiddet ortamında bireysel huzursuzluk psikolojik bozukluğa, psikolojik bozukluk toplumsal cinnete dönüşüyor.
Sadece tepelere çöreklenenler, sadece iktidardakiler, sadece siyasiler, sadece medya ve medyatikler değil, bu ürkütücü tablodan derece derece hepimiz sorumluyuz. Kuşkusuz karar mercilerindekilerin, muktedirlerin, her kesimden siyasilerin sorumluluğu -hatta suçu- sizden benden kat be kat fazla. Toplumsal çalkantıları körükleyip ülkeyi cinnet ortamına sürüklemekle görevli derin odaklardan, provokatörlerden, karanlık yapıların ajanlarından söz bile etmiyorum, onların “işi” bu zaten. Sözüm kendimize, hepimize: bu ağulu cinnet ortamına ortaklaşa ve tek cepheden “dur!” diyebilme cesareti gösteremeyen; vicdanın, ahlakın ve adaletin gözlüğü yerine: erkin, siyasetin, dinlerin, mezheplerin, ideolojilerin çarpıtan, karartan, gerçeği gizleyen gözlükleriyle bakanlara.
İnsanız; duygularımızın, tutkularımızın, inançlarımızın, kendi mahallelerimizin esiri oluruz çoğunlukla. Olayları, gelişmeleri, kişileri; nerede duruyorsak, nereden bakıyorsak oradan nasıl görünüyorsa öyle görürüz. Karşı tarafta olsaydık nasıl görürdük, bize nasıl görünürdü, düşünmeyiz bile. Kimilerimiz kendi doğrularından, kendi kutsallarından başka doğru, başka değer tanımız, kimilerimiz bir an “belki” diyebilse bile kendi çevresinin, örgütünün, mahallesinin çizgisinden ayrılamaz; ahlakını, aklını, iradesini teslim eder, sürüye katılır.
Bizimkiler hep haklıdır, mağdurdur, kavgayı ötekiler başlatmıştır, suç hatta cinayet işleseler bile haklı nedenleri vardır. Ötekiler hep haksızdır, haindir, hatta düşmandır. Bu yüzden din adına, mezhep adına, örgüt adına, siyaset adına cezalandırılmalıdırlar.
Bırakın başkasının hakkına, değerine, davasına sahip çıkmayı, ötekinin yerinde ben olabilirdim, diye düşünmeyi bile beceremeyiz çoğu zaman. Kendi (tarafımızın) haklılığını savunmak, ispatlamak için gerekçeler bulur, bahaneler icad ederiz. Vicdanımızın sesini böyle bastırmayı deneriz. Sonra o ses de duyulmaz olur, rahatlarız!
Son günlerin dehşet veren gelişmelerinden kimlerin, nasıl siyasal rant devşirmeye çalıştıklarını izlerken düşündüm bütün bunları. Bu arada gazete sütunları arasında kaybolmuş küçük bir haber okudum: Diyarbakır’daki ev sahibi, Yasin Börü’nün elinde et yoktu, diyormuş. Birileri de, Berkin Elvan’ın elinde ekmek yoktu, demişlerdi, hâlâ da diyorlar.
Berkin’le Yasin on dördünde, on altısında iki çocuk. Biri devletin güvenlik güçleri tarafından, diğeri derinlerde yuvalanmış karanlık odakların provoke ettiği çatışma ortamında öldürüldüler. İkisi de, “devlet dersinde öldürülmüş çocuklar” onlar. Berkin ekmek almaya, Yasin kurban eti dağıtmaya gitmemiş de eyleme gitmiş olsalar ne olur! Biri Alevî, öteki Sünni olsa, biri Gezi’ci, öteki Hüda-Par’lı olsa ne olur! Berkin’in elinde ekmek, Yasin’in elinde et olmasa ne olur, ne fark eder! Onlar çocuk yaşta öldüler, öldürüldüler. Aslında birbirlerinin yerinde olabilirlerdi, kendileri seçmediler bulundukları yeri, başka bir deyişle: mahallelerini.
Peki muktedirler, siyaset bezirgânları ve çığırtkanları ne yaptı? Berkin’in annesini miting meydanlarında yuhalatırken, Berkin’in katillerini saklarken üç beş oy uğruna toplumdaki bölünmeyi, cepheleşmeyi biraz daha derinleştirmekten korkmadılar, kaçınmadılar. Berkin’in şahsında bütün Berkinleri şeytanlaştırmaya çabalarken insani ve ahlâki değerleri iktidar ve siyaset uğruna kurban ediyorlardı. Yasin’e sahip çıkar görünürken de, bir çocuğun vahşi koşullarda öldürülmesi değildi tasaları; tek amaçları bu ölümden siyasî rant devşirmek, siyasî rakiplerini karalamak, iç güvenlik yasası adını verdikleri sıkıyönetim rejimine gerekçe uydurmak, iktidarlarını perçinlemekti.
Ya öteki cephe, öteki mahalle? Orada da çok farklı mıydı işler? Berkin’i sembolleştirirken Yasin’in ölümünü siyaseten kınayanlar, ama’sız, önyargısız mıydılar, yürekleri gerçekten yanıyor muydu çocukların ölümüne?
Bu bölünmüş, yarılmış ülkede Berkin de Yasin de cephe siyasetinin araçları kılındı, onlar üzerinden siyaset yapıldı. Hâlâ da yapılıyor. Aynı tutumun son örneği Adliye’deki kanlı olay oldu. Berkin, bu defa onu sahiplenir görünen bir örgütün neye kime hizmet ettiği belirsiz terör eyleminin bahanesi ve aracı haline getirildi: yine aynı acımasızlıkla, aynı insansızlıkla, aynı vicdansızlıkla…
Yasin ve Berkin iki simge; ama aslında onlar bu toplumun “Bir teneffüs daha yaşasaydı” barış ve kardeşlik dersinden tahtaya kalkacak çocuklarıydı. Yaşatamadık; yaşatamadığımız gibi ikisinin acısını içimizde aynı yoğunlukta duymayı da başaramadık.
Hepimiz sessizce kendimize itiraf edelim. Yasin’in acısını ne ölçüde duyduk yüreğimizde? Kurban eti dağıtmaya gittiğine, siyasal-örgütsel aidiyeti olmadığına tam inandık mı? Birilerimiz için o öteki mahallenin çocuğuydu, bizden olmayandı, düşman cephenin askeriydi. Peki Berkin’in acısı? Lanetleyen, yuhalatan, şeytanlaştıran korkunç iktidar zihniyetini bir yana bırakıyorum; eyyy Müslümanlar, inançlılar, muhafazakârlar, iktidar yandaşları! Berkin’in acısını nasıl yaşadınız, o çocuğun ölümünü nasıl hissettiniz yüreğinizde? Yoksa hiç hissetmediniz mi? Ve sağıyla soluyla, Alevîsi Sünnîsiyle bütün örgütler, siyasal partiler! İki çocuğu, iki ölümü birbirinize karşı kullanmaya, devletin, düzenin, toplumsal cinnetin kurbanı o çocukları suçlarınıza kalkan, iktidar hırsınıza payanda yapmaya utanmadınız mı? İtiraf değil önce sessiz bir vicdan muhasebesi gerekiyor bize.
Ece Ayhan, nehrin nereye döküldüğü sorusunun doğru cevabının, “Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine” olduğunu söyler şiirinde. Berkin de Yasin de solgun halk çocuklarıydı. Kendilerine sokaklarda vuruşmak, ayaklanmak, dağa çıkmak; veya secdeye varmak, inançları uğruna ölüp öldürmekten, şehitlikten başka seçenek, umut, hayat hakkı bırakılmamış çocuklar…
Onlara yüreklerimizde tam yer ayırıp yan yana yatacakları anıt mezarın başında buluşana kadar bu ülkeye barış ve huzur gelmeyecek. Önce kişi kişi, kendi vicdanımızla, kendimizle hesaplaşarak başlamalıyız arınmaya. Bu hesaplaşma topluma yayıldıkça, muktedirlerin silahları artık işe yaramaz olur ve kimse ölü çocukların cesetlerinin üzerine basarak yükselemez artık.