Van’dan geliyorum; “bilinmeyen bir dil” konuşan bilinmeyen bir halkın Wan ülkesinden... Orada üç gün boyunca “bilinmeyen dil”le, “Rojên ‘Em bi Kurdî Bixwînin’ Wan” yapıldı. “Bilinen dil”le: “Van, Kürtçe Okuyalım Günleri”. Üç günde, yedi oturumda Kürtçe edebiyat, Kürtçe roman, Kürtçe hikâye, Kürtçe şiir okundu. Okumakla kalınmadı, tartışıldı. Anadilde eğitim olanakları ve pratikleri, çeviri ve dil sorunları, dünya edebiyatında Kürtçe metinler, günümüzde Kürtçe roman, Kürtçe hikâyede geleneksel anlatım biçimleriyle modern biçimlerin karşılaşması, biçem sorunları, sempozyumun konu başlıklarından sadece birkaçıydı. Yedi oturumda tartışılan yedi konunun sadece biri “bilinen dil”deydi: Benim ve Ayşegül Devecioğlu’nun katıldığı “Türkçe Edebiyatın Kürt Sorunu”. Bilinen dil’de konuştuğumuz için tek çeviri yapılan oturum da buydu, diğerleri bilinmeyen dil’de olduğundan izleyicilerin tümü anlıyordu. Üç gün boyunca salonu dolduran yüzlerce kişi, bilinmeyen dili dinlediler, anladılar, konuştular. Hani insanın, iyi ki oradaydım, iyi ki bu olayın parçası oldum, dediği anlar vardır. O anlardan, saatlerden, günlerden biriydi. Bir halk; yasaklanmış, inkâr edilmiş, baskıyla, zulümle unutturulmaya çalışılmış anadili için -bu en temel insan hakkı için- en meşru silah olan dil silahıyla mücadele ediyordu. Gencecik insanlar tanıdım; “bilinmeyen dil”in alfabesi üzerine, dil sorunları üzerine kafa yoran, kendini o dilin edebiyatının gelişmesine adamış, ya da Kürtçe edebiyatın köklerine uzanan bilinmeyen halkın aydınları. Devrimlerin ilk günlerindeki ya da kuruluş dönemlerindeki umutla, tutkuyla, heyecanla dillerine sarılmış; bilinmeyen dil’i dost kadar düşmana da bilinen kılmak için yola çıkmış insanlar... Dil insanın ülkesidir, kimliğidir, düşünce özgürlüğü ve yeteneğidir. Ağızdan çıkan seslerden ve o seslerin işarete dökülmüş şeklinden ibaret değildir dil. Düşünen insanın toplumsal evrenidir. İnsanları birbirine bağlayan, insanın insana ulaşmasını sağlayandır. Halklar ve kültürler anadillerini geliştirerek gelişirler. Bir halkın anadilini yasaklarsanız, düşünmesini, yaratmasını, gelişmesini, özgürleşmesini engellemiş olursunuz. Egemen uluslar ve devletler, tam da bu nedenle, boyunduruk altına almak, yok etmek, ikinci sınıf insanlar olarak asimile etmek istedikleri halkların dilini yasaklamaya, gelişmesini engellemeye çalışırlar. Kimse bana, “Kürtçe yasak değil ki, bak konuşuyorlar işte, televizyon kanalları bile var” mavalını okumaya kalkışmasın. Bunu söyleyen ya Türkiye’den, dünyadan habersiz, bilinci köreltilmiş biri, ya da bilinçli bir şoven Türk milliyetçisidir. Tartışma götürmeyen gerçek, Kürtçenin dönem dönem yasalarla ya da yasaya bile gerek kalmadan zorbalıkla engellenmiş olduğudur. Bugün hâlâ, “bilinmeyen bir dil” denebiliyorsa Kürtçeye; Türkçeleriyle birlikte kullanılan Kürtçe yer adları, son olarak Diyarbakır Valiliği’nin müracaatı üzerine bir kez daha yasaklanmışsa; bu ülkede hâlâ Kürtçe konuştukları için yargılanan ve hüküm giymiş olanlar varsa, kimse çıkıp da riyakârca, Kürtçe yasaklı değil ki, demesin ve konunun cahili olan kimse de böyle diyene kanmasın. Van’daki sempozyumun yapıldığı salonun fuayesinin pencerelerinden karşıdaki dağlara bakıldığında görülen “Ne mutlu Türküm diyene” ve bölgede dağa taşa yazılmış “Tek dil, tek ülke, tek bayrak” sloganları, diller üzerinde baskı olmadığı efsanesini yeterince ve resmen yalanlıyordu zaten. Bir dilin sadece evde, aile içinde, en fazla birkaç yüz sözcükle konuşulması o dilin serbest olduğu anlamına gelmez. Kaldı ki, hapishanelerde görüş günlerinde Kürtçeden başka dil bilmeyen analarıyla anadillerinde konuşmaları yasaklanmış tutukluların, yoksul kulübelere kadar girip analarıyla Kürtçe konuşan çocukları cezalandıran öğretmenlerin, Diyarbakır Hapishanesi’ndeki “Çok konuş, Türkçe konuş” yazılarının anısı hâlâ taze. Bir dilin özgürlüğü ve zenginleşmesi, anadilden başlayıp edebiyat ve bilim diline kadar geliştirilebilmesiyle, eğitim dili de olmasıyla mümkündür. Her eğitim kademesinde anadilde eğitim bir lütuf değil, bir haktır. Kürtler gasp edilmiş haklarını talep etmektedirler ve bu hakkın teslimi siyasal, ideolojik olmaktan önce vicdani bir görevdir. Vicdan bir yönüyle de kendimize yapılmasını istemediğimiz, kaldıramadığımız şeyin başkasına yapılması karşısında duyduğumuz acı ve isyansa eğer, şu soruyu soralım kendimize: On milyonlarca insanın anadilini ne hakla yasaklıyoruz? Bu dilin eğitim dili olarak da gelişmesini ne hakla kısıtlıyor, engelliyoruz? Tersinden düşünelim: Birileri Türkçeyi yasaklasaydı; mesela İngilizce, Arapça, ya da Kürtçe resmi dil ilan edilip Türkçe eğitim verilmeseydi ne olurdu tepkimiz? Bilinmeyen bir dil var... Bilinmeyen bir dil var bu ülkede. Hayır, Kürtçeden söz etmiyorum. Kendi iktidarlarını ve beka’larını savaş, şiddet ve silahla korumaya çalışanların bilmedikleri, bu toprakların insanlarına yasakladıkları bir dil var. Şiddet tekelini elinde tutan devletin hiç bilmediği bir dil; bu şiddete maruz kalanların da silaha başvurmak zorunda kalıp, zamanla silahı tek çözüm olarak gördüklerinde unuttukları bir dil. Türk, Kürt, veya diğer halklardan olsun, her kesimde zorba bir azınlığın halkların konuşmasını yasakladığı, geliştirilmesini, zenginleştirilmesini kimi zaman silahla, tehditle engellemeye çalıştığı bir dil: Barışın dili. Van’da, dilini kazanmak ve özgürleştirmek için bir halkın yediden yetmişe nasıl heyecanla, inançla, umutla mücadele ettiğini, bu hak ve özgürlük mücadelesine omuz vermeye çalışarak izlerken, bir başka gelişme erken inen Doğu gecesi gibi çöktü üstüme. Bir kaç gün önce, PKK’nin askeri kanadının internet sitesinden yayımlanan bir yazıda bir Kürt aydını, tevil götürmeyecek şekilde ölümle tehdit edildi. Kürt sorununun barışçı çözümü için yıllardır çabalayan, elini taşın altına koymuş olan bir grup Türk ve Kürt, kime yönelirse yönelsin farklı ve muhalif düşünceyi ölümle tehdit eden bu zihniyete karşı üç satırlık bir bildiri yayınlayarak bu türden tehditlerin karşısında olduğumuzu açıkladık. Miroğlu’nu tehdit eden imzalı yazıyı sitesine koyan HPG’den, önce bizim girişimimizi örgütü karalama ve mücadeleyi zaafa uğratma oyunu olarak niteleyen; bildiride imzası olanlar konusunda Kürt hareketi ve çevrelerinde şaibe yaratmaya yönelik bir cevap geldi. Hemen ardından Fırat Haber Ajansı aracılığıyla yapılan açıklamada ise, “Miroğlu ve kuyruk acısı” başlıklı tehdit yazısının örgütü değil, yazarını bağladığı, örgütün “Hiçbir sivile yönelik herhangi bir askeri yönelim ve öldürme teşebbüsünde bulunmayacağı” bildirdi. Böyle bir örgütün sitesinde, bu kadar geniş yazma çizme özgürlüğü (!) kimseyi inandırmasa da, önemli olan ve itibar etmemiz gerekenin bu açıklama olduğunu düşünüyorum her zamanki saf iyimserliğimle. Hepsi de Kürt halkının özgürlüğü, eşit ve anayasal yurttaşlık hakları ve barışçı çözüm için mücadele eden, çoğu KCK duruşmalarında yargılananların yanında saf tutmak için Diyarbakır yollarını aşındıran yetmiş kadar imzayla yayımlanan bildirinin imza sayısı, metin geniş dolaşıma sokulmadığı halde birkaç günde yüzlerle arttı. Çünkü sorunun barışçı çözümünden yana olan insanlar, günün koşullarında artık silahın çözüm olmaktan çıktığını görüyorlar. Kürt halkının haklı ve ertelenmez taleplerinin; ancak Türkiye insanlarının bu taleplerde uzlaşmaları, taleplerin destekçisi olmaları; çözümü savsaklama, göstermelik adımlarla göz boyama eğilimindeki hükümete baskı ve ağırlık koymalarıyla gerçekleşebileceğini anlıyorlar. Tarihten ve diğer ülke pratiklerinden çıkan dersler; bir halkın eşit yurttaşlık, kimlik, özgürlük, bağımsızlık taleplerini duyurabilmesinin, geniş toplum kesimlerinde talepleri konusunda farkındalık yaratabilmesinin, devleti ve güç odaklarını çözüme zorlayabilmesinin ne yazık ki bazen ancak silaha sarılarak mümkün olabildiğini gösteriyor. Ama aynı pratikler, uğruna savaşılan özgürlüğün kazanılması ve halkın haklı taleplerinin gerçekleştirilmesinde, uzlaşma ve barış dilinin silahın yerine geçmesi gerektiğini de öğretiyor. Verilen mücadele, eğer iktidar odaklarının güçlendirilmesi için değil halkın özgürlüğü içinse silahın ve savaşın dili bir noktadan sonra ters teper. O zaman o bilinmeyen dile: barış diline ihtiyacımız olur. Halkları ancak özgürlüğü kendi içlerinde yaşayanlar ve yaşatanlar özgürleştirebilirler. Kendi içlerinde ve dışlarında farklı düşünce ve eleştiriye açık olmayan, biat kültürünü aşamamış, güçlerini özgürlükten değil silah ve şiddet tehdidinden alan yapılar, zafere ulaştıklarında, hatta iktidara geldiklerinde bile barış dilini konuşmakta aciz kalırlar. Bunun örnekleri tarih boyunca defalarca ve insanlık adına nice acılar pahasına yaşanmıştır. 1970-80 sürecinde Kamboçya’yı hatırlayan kaldı mı bilmem...