Kürt sorununda “çözümsüzlük çözümdür” siyasetinin iflas ettiği her geçen gün kan ve acı pahasına biraz daha belirginleşirken Hakkâri’de, Şırnak’ta, Güneydoğu’nun Kürt kentlerinde boş meydanlara konuşan Başbakan’ın öfkesi de giderek büyüyor. Ne var ki Erdoğan’ın diline yansıyan bu keskinlik artık küpüne zarar vermeye başladı. Başbakan öfkesini kontrol edemiyor, edemedikçe de sağduyusunu yitirmekle kalmıyor, yüreği ve vicdanı da meydanlar gibi boşalıyor. Yüreğini, vicdanını yitiren bir siyasi liderden geriye sadece oy hesabı, iktidar hırsı ve davul gibi şişmiş bir ego kalır. İstanbul’u fethederken gemileri karadan yürüttüğü rivayet edilen Fatih Sultan Mehmet’e özenen “çılgın kanal” benzeri projeleri Tayyip Erdoğan’ın şişmekten patlama sınırına gelmiş ego’sunun dışa vurumu olarak da görebiliriz.
Yazının maksadı, aslında çok ilginç olabilecek bir Tayyip Erdoğan çözümlemesi değil. Yeniden iktidar olacağına kesin gözüyle bakılan, kitleler üstünde etkili, partisinde tek adam Başbakan’ın, öfkesine yenildikçe Türkiye’nin bugünkü ve yakın gelecekteki hayatî sorunu olan Kürt sorununda çözümsüzlüğü derinleştirmesi ve çözüm umutlarına darbe vurması bu yazıyı yazdıran. Boş meydanlar ve o gelince hayalet şehre dönüşen bölge merkezleri karşısında öfkesi gazaba dönüşen Başbakan’ın milliyetçi muhafazakâr atmosfere sahip Ortaanadolu mitinglerindeki söylemi, bırakın halkı çözüme hazırlamayı, hem din -mezhep hem de milliyetçilik üzerinden kışkırtıcı, halklar arasında ayrışmayı ve güven yitimini körükleyici, son derece tehlikeli noktalara varıyor.
Kırıkkale mitinginde, şehitlik mertebesinin “sadece bizim dinimizde” olduğunu, çeşitli retoriklerle besleyerek söylerken “analar ağlamasın” sözlerini çoktan unutmuş görünüyor. Militarizmin ve savaşkan milliyetçiliğin kitleleri savaşa ve ölüme gönderirken kendilerine kalkan, kitlelere afyon olarak sundukları şehitlik kavramını bir kez daha yüceltiyor. Askerine “Mehmetçik” diyenin sadece biz Türkler olduğunu, sadece Türk ordusu olduğunu yine kendi anlatımıyla söylerken, Mehmetçik’in Hazreti Muhammed’den geldiği saptırmasını, hiç de öyle olmadığını bildiği halde kullanıyor. “Bunlar, Kürtlerin dini Zendüştlüktür diyerek Kürt kardeşlerimi kışkırtıyorlar” demagojisiyle din ve mezhep üzerinden vurmaya çalışıyor.
“Bunlar esnafa kepenk kapattırıyorlar; bunlar sabah namazında camiden çıkan imamı katlediyorlar; bunlar bölgeyi kışkırtarak çıkar avcılığı yapıyorlar; bunlar tehditle halkın mitinglere gelmesini engelliyorlar; Kılıçdaroğlu mitingte BDP’lilere konuştu, terör örgütünün, BDP’nin mensupları o mitinglerdeydi, bunların resimleri var; bunlar, bunlar bunlar... Peki “bunlar” kim? Tayyip Bey’e göre BDP ve yine onun deyimiyle PKK terör örgütü, bir de seçimlere doğru gidilirken hemen her gün sadece Bölge’de değil Türkiye’nin her yanında KCK üyesi diye gözaltına alınanlar, tutuklananlar. Ve tabii ki BDP destekli bağımsız adaylar.
Bazen gerçekten merak ediyorum Tayyip Bey Bölge’yi, Kürtleri, Kürt sorununu böyle mi görüyor, konunun bu kadar cahili mi? Çevresi, danışmanları, partisindeki Kürtler böyle mi yansıtıyorlar, yoksa gerçekleri aktarmaya bile çekiniyorlar mı gazab-ı şahaneye uğramamak için?
Bunlar’ın kim olduğunu, kepeklerin neden indiğini, Bölge’de AKP’nin miting meydanlarının neden boş olduğunu, oralardaki insanların ne düşünüp nasıl eylediğini kavramak için mutlak iktidara yönelik oy hesapları, milliyetçilik ve dinsel husumet kaşımaları, tek ülke-tek millet-tek bayrak sloganı, “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır” ajitasyonları yeterli değil; sağduyu, yürek ve vicdan da gerekiyor. İki yıl önce o vicdana sahipmiş gibi görünen (ya da kendini öyle gösteren) Başbakan, “bunlar” dan ibaret olmayan Kürtlerin şu günlerde içinde bulundukları psikolojiden asla haberdar değil. Anlamak; oy hesaplarıyla iğdiş olmuş siyasetten önce bir yürek ve vicdan sorunu çünkü. Oralarda herkes, hatta -devlet memurları bir yana- bölgedeki Türkler bile Kürt artık. Açıkça söylemek gerekirse, BDP’yi, PKK’yi, örgütün operasyonlara misilleme eylemlerini, gerillanın sınırdan içerlere sızmasını, yollara döşenen mayınları eleştirseler bile, örgütlere üye ya da sempatizan olmasalar bile, eninde sonunda o baskı ve savaş ortamında yaşıyorlar ve halka yönelen baskıyı, şiddeti, engellemeleri görüyorlar. Ve en önemlisi oralarda herkesin ortak talebi, kimliklerinin tanınması, onurlarının korunması ve bu savaşın bitmesi.
Kürt silahlı hareketini eleştirebilirsiniz, BDP’yi, KCK’yi, yani Kürt siyasal hareketlerini eleştirebilirsiniz, aranıza mesafe koyabilirsiniz. Ancak Cumhuriyet’in adalet mekanizması tarafından dili hâlâ “bilinmeyen bir dil” sayılan; varlığı, kimliği inkâr edilmiş, aşağılanmış, Türk insanı bir eziliyorsa, on ezilmiş, sesini duyurabilmek için, en doğal insanlık ve yurttaşlık haklarını alabilmek için onbinlerce evladını kurban vermiş Kürt halkının tepkisini, isyanını anlamak zorundasınız. Bir de varılan noktada çözümsüzlüğün yarattığı umutsuzluk ve güvensizliğin insanları gün be gün amok koşucuları haline getirmekte olduğunu görmek zorundasınız. Diyarbakır’da, görmüş geçirmiş bir Kürt, “Otuz yıldır süren savaşa rağmen, Diyarbakır hapishanesine, ömür boyu karşı karşıya kaldığımız ayrımcılığa, taş attılar diye çocuklarımızın hapislere konulmasına, insanlarımızın vurulup öldürülmesine rağmen sabrettik, bu halk çok sabretti; düşmanlaşmamak için, yüreklerimizi ayırmamak için de sabrettik. Ama artık bıçak kemiğe dayandı. Biz yine sabrederiz, biz barış için, demokrasi için Türk kardeşlerimizle birlikte savaştık yıllardır; ama gençler, çocuklar sabretmeyecek artık, korkumuz bundandır” diyordu. “Bunlar” bütün bir halk işte. Başbakan’ın sandığı veya öyle göstermek istediği gibi, AKP’nin miting meydanlarını boşaltan, kepenkleri zorla kapattıran da PKK, BDP falan değil artık; halkın ta kendisi. Çünkü beklemekten ve çözümsüzlükten yoruldu bu halk.
Tayyip Erdoğan’ın ve partisinin; çeşitli sorunların çözümünde ve siyaset yapma tarzında, içinden çıktığı muhafazakâr, İslamî, milliyetçi tasavvur dünyası kadar, sözcülüğünü yaptığı ve kendisinin de içinde bulunduğu yeni sermayenin ideolojisiyle de sınırlı olduğu; attığı ve atacağı her ileri adımın bu sınırlarla belirlendiği, bu köşede birkaç kez yazıldı. Tayyip Erdoğan, zaman zaman kendi sınırlarını da zorlayarak özellikle AB’ye adaylık sürecinde demokratik özgürlüklere doğru ve geleneksel devlet vesayetine karşı küçümsenmemesi gereken adımlar attı. Toplumun değişim talebini ve ihtiyacını iyi okuyarak cendereleri gevşetmekte cesur ve başarılı bir yıkıcılık görevi üstlendi. Attığı bütün adımlar kendi sınıfsal-ideolojik çıkarları ve ufkuyla sınırlıydı, başka türlü olması da mümkün değildi, kendi sınırlarına geldiğinde de durdu. Demokratik açılımlar ve Kürt meselesinde çözüm konusunda Erdoğan’ın, partisinin, neoliberal uygulamalardan nemalanan sermayenin daha fazlasına ihtiyacı yoktu; ancak Türkiye’nin çok daha fazlasına ihtiyacı vardı. Erdoğan, insan ve doğa boyutunu hiçe sayan kalkınmacılık ve ekonomik büyüme konularında, vahşi neoliberal söylem ve uygulamalarda ne kadar pervasızsa, Kürt meselesinin çözümü için atıhlacak adımlarda o kadar ürkekti.
Bu konuda sınır: Mem û Zin’in Kültür Bakanlığı tarafından yayınlanması, TRT Şeş’in yayına başlaması gibi, geçmişe kıyasla ileri bir adım sayılabilecek olan kimi iyileştirmelere kadardı ancak. Çok daha önemlisi, Erdoğan’ın zihniyetine göre Kürt halkına ihsanda bulunuluyor, haklar “veriliyor” ama bu nankör halk kıymetini bilmiyordu. Başka bir deyişle, Devletlû’nun teba’ya verdiği ihsanlar ve sus paylarıydı bunlar. Oysa Kürt halkı artık ihsan falan değil, acıyla kanla kazanılmış, meşruiyeti toplumun gözünde de kanıtlanmış gaspedilmiş haklarını istiyordu ve bu hakları almaya kararlıydı.
Sanırım, açılım yapmaya soyunmuş Erdoğan’ı Kürtlere düşmanlık psikolojisine vardıran ve öfkesini kışkırtan Kürt halkının ihsan değil hak istediğini fark etmesi oldu. Onun kültür ve zihniyet dünyasında, söylem ne olursa olsun aslında “hak alınmaz” muktedir tarafından ne kadar uygun görülüyorsa o kadarı “verilir”.
Açılım’ın Erdoğanı’ndan, en şiddetli saldırılarını BDP’ye ve Kürt siyasal hareketlerine yönelten Erdoğan’daki söylem değişikliğini sadece seçimlere ve oylara bağlamanın, seçimler sonrasında mucizevi çözümler ve gerçekten demokratik bir anayasa beklemenin yanılgı olduğunu düşünüyorum. Peki, ne olacak, nasıl çözülecek sorun, barış nasıl sağlanacak diye soracak olursanız, cevabım: Türk ve Kürt demokratlarına, barışçılarına, siyasetçilerine, aydınlarına önümüzdeki günlerde çok iş düşeceği ve epeyce güç günler geçireceğimiz olacak. Şimdi yakınlaşmaya, birbirimize kenetlenmeye, birbirimize güven tazelemeye ve sağduyuya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.