Yazmıyordum, yazamıyordum, yazmanın anlamı kalmamıştı. Ama bugün, yazma imkânı var da yazmayan, sesi çıkıp da haykırmayan, sözü- sözcüğü olup da kullanmayan herkes, olacaklardan sorumludur.
Bir savaş sürdürülüyor; içerde ve dışarda. Kitleler yalanlarla, çarpıtmalarla, provokasyonlarla, gizli kapılar ardındaki hesaplarla, -FETÖ’cüler yaptı tamam da, kimlerin bilip de yol verdiğini anlayamadığımız- “Allah’ın lütfu” darbelerle, “şehitlik” özendirmeleriyle tahrik edilip, korkutulup, sindirilip, doğruyu yanlıştan ayıramaz, gerçekle sanrıyı karıştırır hale getiriliyor.
Hadi anladık, içerde FETÖ’ye, PKK’ye, kerhen de olsa IŞİD’e karşı savaşıyorsunuz. Peki Suriye’de, Irak’ta, sınırlarımızdan kilometrelerce uzakta kimin, neyin savaşını veriyoruz biz? Gencecik çocuklarımız, süper güçlerin emperyal amaçlar ve nüfuz bölgesi hesaplarıyla yangın yerine çevirdikleri, sizin de bu yangına benzin döktüğünüz Ortadoğu coğrafyasında neden ölüyorlar, öldürülüyorlar, yaralanıyorlar, sakat kalıyorlar, gençliklerini, geleceklerini heba ediyorlar? Neden?
Yok teröre karşı proaktif savunmaymış; yok o bölgedeki halklar için, soydaşlar için, mezhep kardeşleri için savaşmış, yok terörün sınırlarımızın ötesinden bizi vurmasını engellemek içinmiş… (Çeçenistan’dan, Afganistan’dan, vb.’den de cihatçı teröristler geliyor akın akın, neden oralara da girmiyor, savaş açmıyorsunuz!) Her gün dört öğün dinlediğimiz kof hamasî nutuklarınızı; borazanlarınızın, çığırtkanlarınızın televizyon ekranlarından, besleme basınınızın manşetlerinden köşelerinden kitlelere afyon niyetine sundukları ezberleri çok iyi biliyorum. Sizin tâbirinizle, “kimse kusura bakmasın” ama o profesör ünvanlı, bilmiş strateji uzmanı havalı, sözde gazeteci özde ajan cahil cühela takımı iktidardan aldığı güçle efelenip savaş naraları atarken askerlerimiz, çocuklarımız, insanlar ölüyor, hayatlar, ocaklar sönüyor. Sizin umurunuzda değil ama milletin, halkın, benim, bizim umurumuzda.
Milletimiz şöyle istiyor, böyle istiyor mavalları yeter artık. Kendinizi millet sanıyorsunuz ya da mitinglerde çevrenizde toplananları, grup toplantılarında salona getirdiğiniz bindirilmiş kıtaları, idam diye haykıran afyonlanıp kışkırtılmış zavallı kalabalıkları, gerçek milletin üstüne sürmeye hazırlandığınız bıçkın lumpen takımını millet sayıyorsunuz.
Oysa millet 1’den de büyüktür, yüzde 50’den de. Millet yüzde 100’dür, bu toprakların ortak sahibi olan bütün yurttaşlar, halklardır. Millet benim, biziz. Ve biz: neden çocuklarımızı o yabancı topraklarda ölmeye gönderiyoruz? Bu savaş ne uğruna, kimin savaşı, diye soruyoruz.
Sesimiz yeterince güçlü çıkmıyorsa eğer, şu son gelişmeler içinde şaşkına döndüğümüzden, kanla, ölümle, yıkımla sarsılıp, OHAL, BUHAL diye susturulduğumuzdan, sindirildiğimizdendir. Bugüne kadar en kötü dönemlerde bile şahit olmadığımız ne idüğü belirsiz, keyfî bir yönetimin idrakimizi zorlamasından, aklımızla alay edilmesinden, yarattığınız korkunun vicdanımızı aşmasından, yaşama sevincimizi, yarınlara inancımızı, umudumuzu hızla tüketmemizdendir.
Milletin bir ferdi, bir yurttaş olarak uyarıyorum: Milletin savaşa, kana, ölüme rızası yok. Kimse, kamuoyu yoklamaları sonuçları, uzman görüşleri falan demeye kalkmasın. Bundan 45-50 yıl önce ilk kamuoyu yoklaması, kanaat araştırması yapanlardan biriyim, konuyu iyi bilirim. Her şey soruyu nasıl sorduğunuza, kontrol sorularınıza ve örnekleminize bağlıdır. Soruyu, Musul’u alıp sınırlarımızı genişletelim mi, ya da teröristlere karşı savaşalım mı, diye sorarsanız yüksek “evet” cevabı çıkar. Evladınızın (ya da insanlarımızın) Irak’ta, Suriye’de, dağlarda, çöllerde savaşıp ölmelerine razı mısınız, bu savaşa razı mısınız? diye sorarsanız alacağınız cevap ezici bir “hayır”dır. Unutmayın: Irak’ta savaşa girmenin tartışıldığı günlerde halk, bütün anketlere göre, yüzde 90’ın üzerinde savaşa hayır demişti.
Ülkemizi çıkmaza sürükleyen, çöküşle, yıkımla, savaşla karşı karşıya getiren, en hafif deyimle basiretsiz, hayalci, yanlış politikanın mimarları bir süre önce Suriye’ye, Irak’a girmenin peşrevini yaparlarken, “Oralardan şehit cenazeleri, çocuklarımızın tabutları geldiğinde ne olacak, bu sorumluluğu nasıl kaldıracaksınız?” diye soran sesler vardı: muhalefet liderleri (her daim savaş, kan ölüm peşindeki Bahçeli hariç), siyasetçiler, yazarlar, aydınlar, sivil toplum kuruluşları, barışçılar…Şimdi ise, şehit cenazeleri birbiri ardına gelirken herkes hipnotize olmuş, dili tutulmuşçasına susuyor. Ve ben tekrar soruyorum: Bu neyin savaşı, kimin savaşı? Bunca yıkımın, kaybın sorumlusu kim, kimler? Beylik mavalları, hamasî yalanları bir yana bırakacak olursak, ne işimiz var El Bab’da, Menbiç’de, Suriye’de, Irak’ta? Kalkan gerekiyorsa Fırat’a değil sınırlarımıza, halklarımıza, çocuklarımıza kalkan yapalım. Bütün bunlar terörü engellemek içinse, ne içerde ne de dışarda bu yollarla, bu akılla engellenemediği apaçık ortada.
Neden susuyor sağduyulu, vicdanlı, barışçı sesler? Yıllardır ölümlere, kana, yıkıma alıştırıldık da ondan mı? Barış istemek, insanlar ölmesin demek terör propagandası, vatan hainliği sayılır oldu kimilerince, çekiniyoruz da ondan mı? Açıkça sorayım: ülkemizi kaosa sürükleyenlerin yarattığı korku iklimine yenildiğimizden mi, ya da şu cinnet döneminde vicdanımızı, sağduyumuzu toptan yitirdik de ondan mı?
İnsanî, toplumsal, siyasî ve de malî-iktisadî faturası bu derece ağır olan; kişisel hırs ve heves, çağdışı fütuhat hayalleri, totaliter gidişe karşı kitlelerin gözünü boyama amacından başka amaca hizmet etmeyen bu savaşın sorumluları sadece iktidardakiler değil, susan herkesdir. Savaşçı, çatışmacı, izolasyonist politikalara güçlü şekilde hayır deme cesaretini bugün gösteremezsek yarın milletçe şehit olacağız.